Bir rüya gördüm. Rüyamda bizim köyün oradayız. Tabi mezarlık, kuyu ve kuyunun yanı başındaki dut ağacını görüyorum ama çok değişmiş olarak. Şimdi içi taşla dolu olan kuyu su ile dolmuş ve bir hayli genişlemiş. Orada yaşayan biri beni görünce hemen iple kuyuya iniyor ve aşağıdaki bir heykeli ipe bağlayıp “çekin!” diye sesleniyor bize. Çekiyoruz ama bir de ne görelim. Mumyalanmış bir cesede, eski bir heykele ya da canlanmış bir resme benzeyen bir adam karşımızda duruyor. Bayağı bir ceset var karşımızda; ama heykele ve resme benzeyen bir ceset. Uykudaymış gibi duran bir adam. “Ben bu adamı tanıyorum” deyince, her kes dönüp bana bakıyor. “Bu, Dostoyevski’nin Budalası, Prens Mişkin!” Şaka mı yapıyorsun, sen budala mısın, der gibi bakıyorlar bana; benden böyle bir şeyi hiç beklemedikleri her hallerinden belli. “Size kanıtlayacağım” diyorum, kendimden emin, artık bu özgüvenim nereden geliyor hiç bilmiyorum ve de anlamıyorum. Telefonu açıyorum, onlara Dostoyevski’nin 19. yüzyılda yaşadığını, heykeli yapan kişinin heykeli 19. yüzyılda yaptığını gösteriyorum. Sanırım heykelin/cesedin/resmin üzerinde 19. yüzyılda yapıldığına dair bir tarih ve isim var. “Bunu yapan 19.yüzyılda yaşadı” diyorum, sonrasını hatırlayamıyorum. Sanırım onu kuyudan çıkaran tekrardan görmediğim eski yerine koyuyor.
*
Gecenin geç vakti dinlediğim şiirlerin etkisi gün boyunca devam ediyor üzerimde. Behçet Aysan’ın Kanlı Zambak’ını dinliyorum. “Onu vurdular, gözümle gördüm onu, ak bir zambağa binmiş gidiyordu.”
Hiç acımadılar ona, gençliğine, sevgilisine. Hepsini bir çırpıda harcadılar. Onlar hiç aşka inanmadılar, sevgiyi hiç tatmadılar, insanı tanımadılar. Onlar kan dökmekten başka bir şey bilemezler Kabil’den beri. Ben zambağımı Habil gözyaşlarıyla büyüttüm, dökülecek kandan bihaber. Ama onlar vuracaktı aşkı ve sevgiyi, zambağı ve güvercini, günü ve geceyi.
Yarınları içten içe çürütüyorlardı, zamana kan kusturarak. Oysa “bir damla gözyaşından doğurmuştu anası onu” kim bilir ne umutlarla.
Annenin gözyaşları ile Habil’in gözyaşları arasında bir yol buluyorum ve sonsuzluğa uzanıyorum. Eyüp güvercinlerine bir başka bakıyorum. Gelecekler ve vuracaklar gençliğimi. Hiç acımadan, işlerini yapacaklar. Hiç gözümün önünden gitmiyor kuruyan sardunya, çatlayan fotoğraf camı, dağılan kitaplar, yarım kalan şiirler ve Roma hukuku.
Habil’in annesini özlemesi gibi annemi özlüyorum, ellerimin arasından kayıp giden gençliğim, sevgilim, hayallerim. Gözlerimin önünde kana bulandı ak zambak ve kara toprak. İnsandır aşkı kana bulama ustalığı kazanan. İnsandır hep sevgiyi bozguna uğratan. İnsandır zaman ve mekan arasında sıkışıp kalan. Habil’in gözyaşlarıyla yıkamıştım yarınlarımı, Habil’in kanına bulanmıştı geçmişim. 18 yaşımda durdu zaman.
*
Sevdiklerimi böyle gurbet köşelerinde, izbe yerlerde yaşadığını görmek beni kahrediyor. Aynı çatının altında güvenli ve samimi bir ortamda büyüyorsunuz, sonra her biriniz bir yerlere savruluyorsunuz.
Bu izbe yerlerden ne çıkar?
Böyle izbe yerlerden kazanılacak bir parayla nasıl bir hayat yaşanır?
Hayatın akışına kapılıp gitmişsin. Ne elinde tutan bar ne de yol gösteren. Nerden gelip nereye gittiğini unutturan bir akış. Bu akışı durdurmak ya da bu akışa karşı kürek çekmek elinde değil. 22 yıl önce bu akışı görmüşsün, karşı koymak istemişsin; hiçbir şey değişmemişti. Çünkü akış gücünü ve karşılığını kendinden yani toplumdan alıyordu. Toplum da akışın güçlü olup olmamasına, yani para getirip getirmemesine bakıyordu. Akış güçlüydü ve para getiriyordu. Toplumun istediği de buydu. Bu akışa kapılanların nasıl insanlar olduklarıyla ilgilenmiyordu toplum. Toplum için iyi ya da kötü insan olmak, helal ve haram, ahiret hesabı, Allah’a inanıp inanmamak önemli değildi. Önemli olan güç ve paraydı.
*
İç içe akıtılmış ve dışa aktarılmış sinir krizleri arasında duruyorum. Herkes birbirinden sonsuzluk kadar uzak, kimse kimseyi anlamak istemiyor, kimse kimseyi görmüyor. Kırmızı saçlı kadın bir saattir aynı masada müzik dinleyip çay içiyor. Kırmızı saçlı kadın neden yaşadığını biliyor mu? Yaşam onun için masa başında geçirilen müzikli çaylı zamanlardan ibaret. Onun yerinde olmak istemezdim. Onun durduğu yerde, onun gibi yaşadığım zamanlar çok uzak oldu. İlk gençlik zamanlarıydı, geldi geçti bir bahar yeliydi dilimin altında ertelenmiş zamanların ağırlığı.
*
Sorun şurada: Dışarıdan gelen yabancılar çözülmemiş sorunlarıyla buraya geliyorlar. Burası ağızlarında tam bir çelik bilye gibi duruyor ne onu yutabiliyorsun ne de geri çıkarabiliyorsun. Çelik bilye çözülmemiş sorunları daha da içinden çıkılmaz bir hale dönüştürüyor. Yabancılar göz göre göre ayakta birbirilerinin gözlerinin içine bakarak ruhlarını yitiyorlar. Kimse onlara yardım edemez. Onlara ancak kendileri yardım edebilir; kendilerinin de kendilerine hayrı yok, o kadar acizler. Yerli Almanlar muhafazakar önyargılarına saplanıp kalmışlar, acıyorum insana. İnsan nasıl böyle kendine zulüm edebilir, aklım almıyor.
*
Her iş yeri bir sistemle çalışıyor; en küçük bir aksaklık düzeni bozuyor. Düzen insandan daha güçlü ve daha uzun ömürlü. İnsanlar kendi yarattıkları sistemlerin esiri, düzenlerin kölesi olmuş vaziyette. Herkesin bir rolü var. Rolünü yerine getiren sisteme iyi bir yer tutar, düzenden nemalanır. Rolünü yerine getiremeyen sistemin dışına itilir, atılır; o artık sistemin atıkları tarafından ezilmeye mahkum bir asalaktır.
*
Yorgunluğumu günlere taşıyorum. Böyle bir yorgunluğu bir de askerlikte yaşamıştım. Günlerimi aşınmış yorgunluklarla birbirine bağlıyorum. Gücüm yetmiyor; çünkü amacımın dışında kalıyorum. Bu satırlar olmasaydı yorgunluklar ve yoğunluklar arasında savrulup giderdim. Sadece çalışıyorsun; kapitalist sistem içinde savrulup duruyorsun. Bütün bir varlığın maddiyatın etrafında dönüyor, bütün bir hayatın para tarafından şekilleniyor, İnsanlara ve hayatlara yön ve şekil, duruş ve biçim, geçmiş ve gelecek biçen para. Kapitalist sistemin tam da istediği böyle bir şey sanırım.
*
Hayatı ve insanları tanımakta çok geç kaldım. Hayatı ve insanları sadece kitaplarda tanımaya çalışarak hayata ve insanlara haksızlık yaptım. İki çeşit yazar var aslında. Birincisi Sait Faik Abasıyanık gibi hayatın içine girip gördüklerini ve hissettikleri bizzat yazan yazarlar var, ikincisi de Cemil Meriç gibi fildişi kulesine çekilip oradan insanı ve hayatı okuduğu kitaplar üzerinden tanıyan ve tanımlayan yazarlar var. Ben ikincisine yakın oldum ama birincisine yakın olmak isterdim. İyi bir yazarda ikisi de olmalı; hem bizzat hayatın içinde olmalı insanları tanımak için, hem de biraz kenarda durmalı hissettikleri ve gördüklerini yazmak için.
*
Çan seslerini her duyduğumda kendimi Batılı klasik bir romanda buluyorum. Sanki Julien Sorel, Alyoşa, Sonya ve diğerleri yanı başımda. Eve gelirken tam bir şiirsel roman havası vardı. Hafif bir yağmur yağıyordu ve adımlarından yorgunluk damlıyordu, çan sesleri bana roman kahramanlarımı hatırlatıyordu. Bir türlü hayatımı çekip çeviren roman kahramanlarının tesirinden kurtulamıyorum, kafamın içindeki kurgulardan çıkamıyorum. Her şey kafamın içinde olup bitiyor. Roman kahramanları böyle havalarda çıkıyordu yazarların ruhsal ve zihinsel tasarımlarından. Hissediyorum onları, dokunabiliyorum onlara. Buradakiler ise görmüyorlardı, bilmiyorlardı. Onlar sadece para kazanmak için çalışıyordu, yatıp kalkıyordu. Onların hayatlarında kitaba ve roman kahramanlarına yer yoktu; çünkü onların bir hayat hikayesi yoktu. Onlar hayatlarının kahramanı değillerdi. Onların hayatları başkalarının elinde oyuncağa dönüşmüştü. Onlar bunu kendilerine yapmıştı. Onlar kitabı sevmezdi. Cemil Meriç’ten sözüyle insanlar kötüydü, zordu, acımasızdı; ben de kitaplara sığındım.
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın