Almanya Gezi Notları (6)
Gülale Nehri
İstanbul-İzmir arasında gidip geliyorum. Kimi, neyi arıyorum; hiç bilemiyorum. Yağmur yağıyor ama yağmurluğum yok, Pia yok, gül yok, lale yok. Pia, Attila İlhan’ın şiirlerinde, sesinde kaldı. Gül, Ege denizine düştü. Laleyi Marmara’da yitirdim. Gülün yitimi ile yere çakıldım, Lalenin gitmesiyle göğe uzanacak merdivenlerden oldum.
Radyoda Sezen Aksu’nun şarkıları, gençliğimi Minik Serçe’nin sesinde ve sözlerinde yitiriyorum. Başa dönemem, çok istememe rağmen. Gül ile lale arasında bir yol olamaz. Bana hitap etmiyordu Pia. Uzaktan dinlemesi hoş olan bir aşk arayışıydı zaten. Gül insaniydi, beni benden alıp ötelere taşıyordu. Gül ile ruhuma dönüyordum, içime bakıyordum, Ege’de en güzel içsel mavi yolculukları yapıyordum. Gül suya düştüğünde kalbimden, çok geçti. Kalbim tutamamıştı gülü; dayanamamıştı onun gerçekliğine. Yenilmişti; yenilmiştim.
Lale Allah’ın lütfu keremiydi. Lale Allah’ın her daim kendini hatırlatmasıydı. Yola her çıktığımda bir başka ölüyordum, gül kokusu bir başka kokuyordu. Pia’da unutulmak istiyordum. Yoktu gül, bitmişti Pia, uzaktı lale. Sevmiştim şiirleri ve yolculuğu. Şiirlerle gülden kalan yaralarımı sağaltıyordum, mahzun melodilerle laleye yolculuk yapıyordum. Ben kaynağı ve varacağı yeri belli olmayan Gülale nehriydim. Hiçbir coğrafyada yok su yatağım; ama dünyanın her yerinde Gülale’nin bir parçası, bir anısı, bir acısı var. Hiçbir haritada geçmez adım; ben seyyahların acılı gözyaşlarıyla kalbine nakşettiği Gülale’ydim. Hiçbir kitapta geçmez adım; sadece ezeli ve ebedi dünya mağlupları ve ötelerin sürgünleri bilir hikayemi. Gülale; benim Pia’m, benim şiirim, benim tek başıma yaptığım yolculuklarım. Benim gibi yersiz yurtsuzlar görebilir Gülale nehrini, onlar yıkanabilir Gülale nehrinde
*
Evden çıkarken yağmur yağıyordu, durağa yürürken güneş çıktı. Yağmur ziyadesiyle ferahlatıcı, iç açıcıydı; güneş güzel ve hoştu. Bu gençlik ile yaşama sevincinin buluşmasıydı. Kalbimde Allah’a iman, aklımda hakikat ışığı, içimde taşıyıp duran yaşama sevinci ve gençlik. Dışarıdaydım ve özgürdüm. Dünyanın saçmalıklarını geride bırakmıştım ve Şükrü Erbaş’ın “Senin Korkularını Benim İnceliğimi” şiirinde yol alıyordum bütün bir varlığımla. “İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi, ayrılık!” sözünü duyduğumda şiire baktım, içimden vuruldum. Artık içini karşındakine dökmen için bir sebep kalmamıştır. Ayrı dünyaların insanları olduğunuz, ayrı hikayelerin kurguları olduğunuz gün gibi aşikardır. Görmüşsündür gerçeği. Türküsünü söyleyeceğin kimse kalmamıştır, şiirini yazacağın kimse yoktur. Azar azar o sona hazırlıyorsundur kendini. Onun yanında olup olmamasının ya da senin yanında onun olup olmamasının bir kıymeti kalmamıştır. Ruhların arasına sonsuzluk kadar uzun ve kalın duvarlar girmiştir. Ağız tatları değişmiştir. Onun ağzında ayrılık rüzgarları, senin ağzında paslı zehir kokusu. Senin gözlerin bulutlarda, onun gözleri bulmaca kağıtlarında kalmıştır. Senin kalbin yitip giden gencecik fidanlara yanarken, o daha iyi görünmek telaşına düşmüştür. Yalnızlık yolunu güzelleştirmek ve güçlendirmekten başka çaren kalmamıştır. Onun umarsızlığıyla, gamsızlığıyla, boş vermişliğiyle baş başa bırakıyorsun. Sen içini yeryüzünün bütün yersiz yurtsuzlarına barınak yapıyorsun. Ancak böyle teselli buluyorsun, onu unutuyorsun. Ama bir parçan hep eksik kalacak, gençliğinin en güzel zamanları onda, geride kalacak; bir tarafın hep kanayacak. Olsun, diyeceksin, bu yağmur ve güneş her şeye değer. Bu yağmur ve güneşle yenilgilerden galibiyetlerden devşirilir.
*
Ezidi Saher’in hikayesi çok ilginç. 2014’teki Ezidi katliamından kurtulmuş. Önce Diyarbakır’da kalıyor bir sene kadar, sonra Almanya’ya geçmiş. Sekiz yıldır buralarda. 18 yaşında buraya gelmiş; 26 yaşında. Çok sıcakkanlı, iyi, sempatik bir insan. Köyü Laleş ile Duhok arasında. Saher’in hikayesinde iki bilgi var. Birincisi, 2014’teki katliamda peşmergelerin olaya tam müdahale edememesi, ikincisi kolundaki kırmızı beyaz iplikli bileklik. Şeyhleri bağlamış bilekliği. Ne zaman ki Saher bir Ezdi bayanla evlenirse o bileklik çıkarılacak. O bilekliği ancak bir başka Ezdi bayan çözebilirmiş. Kaderler böyle bağlanıyor, böyle çözülüyormuş.
*
Gamze’nin hikayesi bambaşka. Onun dilinden anlatırsam gerçeğin bir hayli uzağına düşmüş olurum; bunu hiç istemiyorum. Hikayesi genel hatlarıyla şöyle. 2019’ta kuzenine yaptığı instagram beğnisine bakıyor Çankırılı genç bir adam. Bu vesileyle tanışıyorlar, kaynaşıyorlar kısa sürede. Gamze üç yaşından itibaren İstanbul’da yaşayan Konyalı bir bayan. Dediğine göre altı yıl Migros’un İstanbul’daki bir şubesinde genel müdürlük yapmış. Sonra Çankırılı gence kaptırıyor kendini. Evlilik yapıp buraya geliyor. “İlk başlarda her şey çok güzelken sonra evliliğimiz cehenneme döndü. Neden diye soruyorum kendime. Kırılma noktası neydi? Ne zaman ki eroinden kokaine geçti kocam, o zaman evliliğimiz çatırdamaya başladı; bunu dışarıdaki herkes görüyordu.” Sonra kokain hem Çankırılının kimyasını bozmuş hem de ekonomik olarak zorlamış. Zira bir gram kokain 60 Euro. Sonra sonu gelmeyen tartışmalar, kavgalar. Üç yılın sonunda oturum almış Gamze ve boşanmışlar. Evden çıkarken demiş: Bir daha bu eve dönersem babam kocam olsun; öylesine büyük yemin etmiş. Çocukları olmamış. Geçekten Çankırılı genci dinlemek isterdim. İnanıyorum ki o da çok farklı bir hikaye anlatacaktır.
*
Besnili Doğan, bizim oralardan; kanım ısındı. Hikayesi çok tanıdık geldi; söylediği mekanları biliyorum çünkü. Antep İsmet İnönü Lisesi’nden siyasi sebeplerden dolayı atılmış. Alevi ve Kürt. 13 yıldır burada. 25 yaşında gelmiş, 2010 yılı oluyor. Doğan’ın altı ve yedi yaşlarında iki oğlu var. “Geldiğine pişman mısın?” diye soruyorum. “Hiç pişman değilim. Burada özgürüm ve hayatımı yaşıyorum.” Aynen böyle dedi Doğan; ne eksik ne de fazla.
Laf lafı açtı, laf Kilis’e geldi. “Kilis’te bir hocaya gittim” dedi. “Ne hocası?” diye sordum ve Doğan asıl hikayesinde önemli bir yer tutan ilginç hikayesini anlatmaya başladı: “17-18 yaşlarında bir arkadaşımı bekledim yazıda, tarlada. Arkadaşım gelmedi. Ben gelir diye bekledim, çünkü bana geleceğini söylemişti; ama o gelmemişti. Geceydi; çok geçti. Ben traktöre atladım evin yolunu tuttum. Mezarlığın yanından geçerken çok korktum. Bir de baktım cinler ellerini omuzlarıma koymaya başladılar. Sağ omzuma ellerini koyduğunda ben hemen arkama dönüyordum onlar hemen öbür tarafa geçiyordu, sol omzuma baktığımda onlar hemen sağ omzuma geçiyorlardı; resmen benimle oynuyorlardı. Traktörden indim, bir kayanın üzerine oturdum; kendi kendime korkumu, onları yeneceğim dedim. Gençlik işte. Gençlik cahillik demek değil midir? Gençliği güzel ve asil yapan cahilliğimiz değil midir? Çek git evine. Yok, korkuyla yüzleşmekmiş. Onlar karşımdaydı. Boyları bir metre kadar vardı, her tarafları kapkara kıllarla kaplıydı. Gözleri avuç içi kadar kıpkırmızı bir yuvarlak gibiydi; insanların gözlerinden üç-beş kat daha büyüktüler ve kıpkırmızıydılar. Simsiyah kıllarının içinde gözüküyorlardı. Bana üç tanesi musallat olmuştu. İki-üç yıl devam etti bu hal. Sonra Kilis’te bir hoca söylediler. Ona gittik, o bana bir muska yazdı; onlardan kurtuldum. Hala o muskayı taşıyorum. Eskilerde bu hikayeyi anlattığımda gözlerimden yaşlar boşanırdı, son yıllarda rahat anlatıyorum. Cinler korkuları yüzünden insanlara musallat olurlar. Benim olayımda olduğu gibi insan birden korkunun avuçları içine düşerse cinler bunu fırsat bulup musallat oluyorlar.”
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın