Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok anne. Batı Cephesinde Yeni Bir Şey hiç olmadı. Hala hayatta kalanlarımızın tek bir gayesi var: Yaşamak, kör bir kurşuna kurban gitmemek.
Burada zaman yok anne. İlk ölümümüzle sadece saygı duyduğumuz bütün otoriteler yıkılmadı, onlarla birlikte akrep ve yelkovan da vuruldu gitti. Biz akrepsiz ve yelkovansız bir saatin içinde zamanın geçmesini, savaşın bitmesini bekliyoruz. Biliyoruz zamanın bizden aldıkları bize verdiklerinden kat be kat fazla. Yapacak bir şey yok anne. Katlanacağız. Bize öğretmediğiniz gibi. Bize her şeyi öğrettiniz ama savaşı öğretmediniz.
İlk ölen arkadaşımız Behm oldu. Gözlerimizin önünde kör oldu ve öldü. Onunla birlikte insana olan inancımızı kaybettik. Kendimizi acımasız bir savaş oyunun ortasında bulmuştuk. İnsan insanı neden öldürür anne? Hala anlamış değilim. Korkarım bu sorunun cevabını öğrenmeden burada öleceğim ve gideceğim ebediyen. Behm’i öldürenler mutlular mı şimdi? Behm’i öldürenler vatanlarını bizden daha çok mu seviyorlar ya da vatanlarını kurtarmış mı oldular? Anlamıyorum anne. Önce Behm toprağa düştü, sonra biz ve onlar. Hepimiz sırasıyla toprağa düşüyoruz. Topraktan aldığımızı toprağa veriyoruz hiç de adil olmayan biçimde, akla hayale gelmeyen yollarla. Bu ne demektir anne? Vatan ne demektir? Unuttum her şeyin anlamını ve karşılığını.
Franz Kemmerich de ölecek. Gözleri saatinde ve o pek sevdiği İngiliz çizmesinde kalacak. Gözlerimle gördüm anne, Franz’ı içten içe ele geçiren ölümü. Yapacak bir şey yoktu. Hepimiz gençliğimizin baharında, yirmisine girmeden ölüm yoluna girmiştik. Bu yolun sonunda bir daha eskisi gibi genç olmayacaktık, gençlik hayalleri kurmayacak, bir kıza aşık olamayacaktık. Savaş sadece gençliğimizi alıp götürmedi anne. Savaş içimizdeki yaşama sevincini, hayata ve yarınlara dair umutlarımızı, kalbimizdeki merhamet duygusunu ve bir kıza bağlanma ihtimalini de silip götürdü.
Savaş bana şunu öğretti anne: Bir kıza bağlanmadan vatanına bağlanamazsın, bir kızı sevmeden toprağını sevemezsin, bir kız için hayatını tehlikeye atmadan vatanın için ölümü göze alamazsın. Bir kız az bir şey değildir anne. Bir kız bütün bir hayatını ve kalbini teslim ettiğin insan demektir. Biz de canımızı vatanımıza teslim etmiyor muyuz? Bir kız için ölümü göze alamayan, siperlerde ölümle göz göze gelemez anne. Bir kıza hayatımı bağlıyorum. Oysa bedenim vatan toprağında, ruhum sevdiğim kızda atar. İkisi aynı şey mi anne? Ruh olmadan bedenin ne kıymeti var.
Kendi gözlerimle gördüm ruhu çekilmiş bedenlerin yerle bir olduğunu, toprağın bağrında kaybolduğunu. Yüzlerinde okunmuyordu ruhsuz bedenlerin hangi ülkeye ait olduğu. Ama aşık bir insanın gözlerine baktığın zaman, ruhunun oracıkta beklediğini görürsün. Anlarsan asıl olan aşktır ve sadece aşk yaşatır. Aşk kalpte olanı dışarı taşır. Tutamazsın içerideki kutsalı ve isyanı. Aşk kendini tutmaktır. Aşk severek, isteyerek ölmektir.
Ben neden ölümden korkuyorum. Bir daha Franz’ı görmemek düşüncesi beni dehşete düşürüyor, aklımı başımdan alıyor. Onun savaş tutsağı tırnaklarını hiç unutmayacağım anne. Oysa annesi onu bana emanet etmişti. Sen beni kime emanet ettin anne. Hepimiz gencecik çocuklarız. Bizi kime emanet ettiniz. Yoksa hiç savaş görmediğiniz için mi biz gencecik çocukları birbirine emanet ettiniz. Bizi asıl kahreden ölmek değil. Böyle sahipsiz, kimsesiz ölmek, ölmekten daha beter acı veriyor anne. Bir paçavra gibi atılmış olmak hissinden kurtaramıyoruz kendimizi.
Büyük oyun: Ne pahasına olursa olsun ölmeyeceksin. Yaşamak için her şeyi yapacaksın. Kim bu oyunu kurdu ve sattı anne? Neden buna izin verdiniz? Yoksa bunu da mı bilmiyordunuz? Neden büyük oyunda azar azar ölmemize izin veriyorsunuz? Hani yaşamak ve sevmek için dünyaya gelmiştik. Yaşamak ve sevmekten daha kutsal ve değerli bir şey yoktu. Ben yaşamadım ve sevmedim. Sadece korkuyorum ve özlüyorum. Ölmekten korkuyorum ve çocukluğumu özlüyorum. Birden yaşlanarak ölmek duygusu dehşet verici. Çocukluğum dahi bu dehşeti ortadan kaldıramıyor. Çocukluğum dahi büyük oyunu bozamıyor. Yanlıştım, yanlış zamanda doğmuştum. Aklıma yediremiyordum düşüncelerimi. Kendimi kandıramıyordum anne. Gel kandır beni anne. Bana bir yalan daha söyle. Demir gibi gençler olduğumuzu mesela.
Savaş aygıtı hepimizi kırıp geçti. Hepimizi param parça etti. Her birimizin bir parçası bir yerlerde. Parçalarımız, kollarımız, bacaklarımız, gözlerimiz, umutlarımız, korkularımız, ayaklarımız, künyelerimiz, fotoğraflarımız, mektuplarımız birbirine karıştı. Savaş aygıtı her kesi ve her şeyi dümdüz etti, silip süpürdü. İçimizdeki cennet düşünü yok etti. Yakın hiçbir şey yok ya da her kese ve her şeye uzağız hiç olmadığımız kadar. Savaş aygıtı her savaş müzesinde yerini alacak, biz de isimsiz kahramanlardan bir kahraman olacağız.
Kahramanlığımızın savaş aygıtı karşısında ne değeri var ki? Sen bana söyleyebilir misin anne? O kadar samimiyetin ve gücün var mı? Yoksa siz hepiniz savaş aygıtının gölgesinde evlerinizi kurdunuz, bizi büyüttünüz, bugünlere getirdiniz. Bize hiç sezdirmeden. Böyleyse hepimiz savaş aygıtının çocuğuyuz. Siz büyük çocuklarsınız, biz küçük çocuklarız. Kim daha şanslı, bilmiyorum. Siz mi daha çok acı çektiniz yoksa biz mi çekiyoruz? Siz yaşamı öldürdünüz, bizse ölümü yaşıyoruz. Sizin sonsuza dek yaşama hakkını yitirmeniz mi daha çok acı yoksa bizim sonsuza dek ölümü yaşıyor olmamız mı?
Eskisi gibi şiirler yazamayacağım anne. Savaş kalbimin çekmecesinde saklı tuttuğum bütün şiir defterlerimi yakıp kül etti. Geride sadece acı bir boşluk kaldı. Hepimiz kökünden söküp atılmış ağaç fidelerine benziyoruz. Bilmiyorum toprakta boşluk mu daha korkunç yoksa toprağın üzerine fırlatılıp atılmış ağaç fidelerinin hali mi daha içler acısı.
Hayatın eşiğindeydik. Daha ilk adımımızda görünmez eller tarafından yakalanıp cepheye sürülmüştük. Ne olduğunu dahi anlamamıştık. Aklımız eşikte kalmıştı. Hayat eşiğini aşamamış gençlik umutlarıyla kendimizi vatan savunmasında bulmuştuk. Biz vatan için saldırıyorduk hayat eşiğini aşamamış umutlarımızı kim koruyacaktı. Bir sıkımlık canımızı kim koruyacaktı.
Kalbimi hissedemiyorum anne. İlk şiirlerimi bu kalple mi hissedip yazdım. İnanamıyorum anne. Kim kime ihanet etti. Ben mi kalbime ihanet ettim yoksa sizler mi bize ihanet ettiniz. Aklım hayat eşiğinde kaldı ve cevabını veremediğim soruların sayısı her geçen gün artmakta. Hep ikilem içindeyim. Bilinmezliklerin artması hayra alamet mi? Bak, bu soruya da bir cevap veremiyorum. Kalbime soruyorum. Tık yok. Taş gibi oturmuş sol tarafıma. Yoksa bu bilinmezlikler beni ölümün eşiğine sürükledi de farkında mı değilim.
İkilemlerim, açmazlarım, meçhullerim savaşın gerekçelerinden, nedenlerinden daha çok ve bu durum canımı fena halde yakıyor. Sanki büyük bir okyanusta küçük bir odun parçasına yapışmışım hayatta kalma mücadelesini veriyorum, ulaşacak bir kıyı arıyorum. Kıyının uzak-yakın, dost-düşman olduğuna bakmadan kendimi atacağım dışarı. Nereye gideceğimi, bu işin sonunun ne olacağını hiç bilemiyorum. Bilinmezliklerim o kadar çok ki kendi varlığımdan bile şüphe etmeye başlıyorum. Kimdim? Neden yaşıyordum? Neden ölecektim? Bu sorular kimliğimden daha çok gerçek ve can yakıcı. Nasıl bu hale geldim? Bütün bunları yaşamak için ne suç işledim. Hangi günahın cezasını çekiyorum? Savaş, cehennemin panoraması mı?
Sevdiğim, önemsediğim bütün filozofların gözlerimin önünde manasız kalıp kendilerini öldürdüklerini gördüm. Schopenhauer çıldırmış gibi bakıyordu bana ve sayıklıyordu: “Anlatmak istedim sana, ama sen ısrarla anlamak istemedin. İnsan buydun: Vahşi ve kan dökücü!
Sokrates beni teselli etmek istercesine konuşuyordu eski dost sesiyle: “İnsana yazık ettiler. İnsana, yani kendilerine hiç acımadılar. Beni hiç anlamadılar. Sözlerimi okudular ama kulak asmadılar. Sözlerimi anlasalardı bütün bunlar başınıza gelmezdi.”
Goethe daha üzgün ve kederli, başını yerden kaldırmadan söylüyor büyük düşünür: “İnsan insanı insanda tanır.” İnsan insanı insanda öldürdü. İnsan insanı insanda yitirdi. Neden insan insanı anlamak istemedi. Neden hayvanların dahi birbirine yapmadığını biz insanlar birbirimize yapıyoruz.
Aydınlanma ustası Kant insanın aklını kullanmadığı için savaş başta olmak üzere çeşitli suçları işlemeye başladığını söylüyor ve insanı bu durumdan sorumlu tutuyor: Aydınlanma olgunluktur. Kaç bin yıllık insanlık tarihi olmuş, neden aklımızı kullanamıyoruz, olgunlaşamıyoruz?
Nietzsche o delice bakışlarıyla haykırıyor: “Tanrı öldü!” Önce kendimizi öldürdük, sonra Tanrıyı öldürdüğümüzü sandık. İnsanın kendine ihaneti Tanrıyı unutmaktan daha büyük bir suç... Zira biz Tanrıyı unutsak dahi Tanrı bizi unutmaz; ama ötekinin insan olduğunu unutursak büyük yıkımlara kapı aralamış oluruz. Şimdi olduğu gibi…
Hiç inanmazdım ama savaşın bir de iyi tarafı var anne. Savaş bize gerçek arkadaşlığı kazandırdı. Ölüsü dirisinden daha çok olan gerçek arkadaşlarım. Franz nerede? Tjaden ve ötekiler nerede? Ben neredeyim anne? Keşke savaştan önce gerçek arkadaşlığı tanısaydım. Belki asıl sorun sizlerin hiç samimi arkadaşlarınızın olmaması. Gerçekten birbirinizle arkadaş olsaydınız bizi cepheye, ölüme göndermezdiniz. Bin İngiliz çizmesi dahi benim bir arkadaşımın tek bir tırnağı etmez ama işte savaşınız gelip bizi buluyor, ortalıkta ne tırnak kalıyor ne de beden.
Franz’ın yapayalnız ölümünü hiç unutamıyorum anne. Hiç aklımdan çıkmıyor onun son hali, son gözyaşları, son yalnızlığı. Tek ayakla, minnacık bir yaşamla son nefesini teslim ediyorsun. Hiç kimseler yok yanında yörende. Annen olsaydı son nefesini gönül rahatlığıyla verirdin. Annen çocukluğun ve yaşanmamış gençliğin arasında bir bağlantı kurabilirdi. Ama yok annen. Hiç olmayacak. Sen içe göçmüş gözlerinle, için geçmiş halinle ölüme büyük büyük bakıyorsun. Hiçbir şey anlamıyorsun. Neden yaşadın, neden öldün? Hiç bilemiyorsun. Bilmeye fırsatın olmadı. Bilme imkanını elinden aldılar.
Savaş bize aslan gibi görünen bir insanın çakal, çakal gibi yaşamışların cesur bir aslana dönüştüğünü gösterdi. Sivil ve askeri hayat, insanı tamamen değiştirir. Askeri güç ve emretme yetkisi devreye girmiştir. Askeriyede rütbesi yüksek olan ölüme uzak, hayata yakınken, rütbesiz olansa ölüme çok yakın, hayata bir hayli uzaktır. Vatanı sevmenin rütbelerden üstün olduğunu sen söylemiştin. Ama burada, cephede vatan rütbelerden ibarettir. Rütbe güçtür. Rütbe vatanı istediğin gibi kullanma hakkını kendinden görmektir. Neden hep rütbeli yaşlılar daha çok vatansever oluyor da biz rütbesiz gençler az vatansever oluyoruz? Genç olan, daha hayatının baharında olan, önünde yaşaması gereken uzun bir hayatı olan biz değil miyiz anne? Şimdi neden her şey tersyüz çıktı? Rütbeliler kendi hayatlarını kurtarmak için biz gençlerin hayatlarını feda ediyorlar. Tek gerçek bu.
Bilmezsin anne, kaç defa anne diyerek toprağa sarıldığımı. Toprağın rengine, ısısına, sertliğine bakmadım. Sırf hayvan ve insan karışımı benliğimi hayatta biraz daha tutmak için kendimi toprağın bağrına nasıl attığımı bilemezsin. Senin bana sarılman gibi sarıldı sarmaladı beni toprak ana. Toprağın içine karışmışken hayvan ve insan karışımı benliğim, hiçbir şey düşünmüyor, yaşam ve ölüm arasında hiçbir fark kalmıyor. Orada bir başına ölebilirsin ya da bir başına yaşayabilirsin. Özünde hiçbir fark yok. Yeryüzünün bütün topraklarının aynı olması gibi. Eksik olan toprağın tuzuydu. O da bizim gencecik bedenlerimizle sağlanıyordu. Toprak çekiyordu kendine fazla tuzlanmış bedenlerimizi, toprağın bağrına bırakıyorduk kendimizi. Kimseler yoktu yanımızda, yöremizde. Başımızı göğe kaldırdığımızda ölüm, başımızı toprağa gömdüğümüzde yaşam vardı. Başımızı sağa sola çevirip etrafımıza baktığımızda ne yer ne gök vardı. Her kes ve her şey değişmişti. Yaşam ölüme, ölüm yaşama karışıyordu. Yaşam ve ölüm arasında bir fark yoktu. Bizim gözümüzde her şey sıfırlanmıştı. Belki de sıfırlanan ve ölüm karşısında niteliksel ya da niceliksel hiçbir değeri olmayan bizim hayatlarımızdı.
İçimde simsiyah bir bilinmezlik kuşu kanat çırpıyor, beni kendiyle sürüklüyor. Nereye gideceğimi, ne olacağımı bilemiyorum anne. Sen yanımda olsaydın bana yol gösterir miydin? Sanmam anne. Burada öğrendim ki senin de bilmediğin çok şey varmış şu hayatta ve sen de bilinmezlik kuşunun esiri olmuşsun farkında olmadan. Farkında olsaydın ben burada, bilinmezlik kuşunun pençesinde kıvranıyor olmazdım. Bilinmezlik kuşu ikimize ayrı bir türkü yakmış, sözleri aynı manaları farklı olan. Bir can olsaydık şimdi ayrı yerlerde olmazdık anne. Bin parçaya bölünmüş iki farklı canmışız ki sen orada, ben burada milyonlarca kez ölüyoruz.
Yalnızlığın her çeşidini tanıdım anne. Bombardıman yalnızlığı, en dehşetlisi. Biliyorsun ölüm yukarılardan bir yerlerden gelecek ama tam nereden ve ne zaman geleceğini bilmiyorsun. Her an yukarıdan bir bomba gelip tuhaf yalnızlığını saçma bir ölümle sonlandırabilir. Ne olduğunu bile anlayamadan. Düşünecek zamanın hiç olmamıştır. Şimşekten daha hızlı, daha ani bir ölüm. İçgüdülerin daha yolun başında etkisiz kalmıştır. Sonsuzluk, karanlığın yüreğinde yolunu yitirmiş bir eski zaman şövalyesidir. Vatan, beden ile toprağın birbirine kavuştuğu metal soğukluğudur. İnsan, mermisini sırtlamış gün ağarmasıdır. Gençlik, yaz sıcağında sıtmaya tutulmuş kış güneşidir.
Sen bütün bir varlığını ele geçirip ölmekte olan bir atın iniltisini dinledin mi anne? Kulaklarımla duydum kıyamet senfonisine dönüşen at iniltisini. Ağlıyordu atlar. Ölmek istiyorlardı ama ölemiyorlardı. Bir daha insanın dünyasında bulunmak istemiyorlardı. Gözlerimle gördüm, içi dışına çıkmış atların dörtnala ölüme koştuklarını. Avuçlarımda tuttum bir atın kalbini. Çok ağırdı ve kanıyordu atın kalbi. Ölümden daha ağırdı atın kalbi ve uzun bir yaz yağmuru gibi kan akıyordu atın kalbinden. Ben atın kalbinin altında kala kalmıştım, tepeden tırnağa at kanına bulanmıştım. Yine beni şaşırtmıştı insanlar, yine insan olmaktan utanmıştım.
Ölülerimizi bir daha öldürüyoruz, bir parça yaşama için, biraz daha fazla yaşamak için. Ölülerimiz ölüme doymuyor, biz yaşamdan bir şey anlamıyoruz. Mezarlarında parçalanmış cesetler başını kaldırıyorlar, bizden hesap soruyorlar: Neden bizi bir daha, bir daha öldürüyorsunuz? Ölümümüzü öldürmeye yetmedi mi korkularınız? Ah! Bizi yanlış anladınız. Yanlış zamanda doğmuş doğru insanlar olduğumuzu sanıyorduk. Sanrı ve yanılgı. Hepsi bu. Dilimin ucunda Kat’ın acılı sözleri: “Bu körpe ve masum çocuklar böyle ölmemeliydiler.” Onların ölülerini öldürme hakkımız yoktu. Ah! Bu körpe ve masum çocuk ölüleri, hiç peşimizi bırakmıyorlar, içimizden çıkmıyorlar, bize rahat vermiyorlar.
Ölümün varlığını çok yakımızda hissettiğimizde barış güvercini kalbimizde kanat çırpmaya başlardı. Biz de kendimizi hiç olmayacak gençlik hayallerin içinde bulurduk. Bütün bir geçmişimiz siyah beyaz yırtık bir fotoğrafta saklı kalırdı. Geleceğimiz barış güvercinlerinin kanatlarının ucunda. Biliyorduk, küçük bir silah tıkırtısı ürkek barış güvercinini korkutacak, bir barış güvercinin kanatlarından düşüp yere çakılacaktık. Her defasında böyle oldu. Sonra bizim gibi titrek bir parmak tetiğe basacak, barış güvercinini vuracak, kalbimiz barış güvercinin bir kaşık kanında boğulacak. Fena boğulacağız, bütün gençlik hayallerimizi bir kaşık güvercin kanına buladığımız, ısmarladığımız için.
İnsan neden hep aynı hatayı yapar anne? Neden her defasında barış güvercinine bütün umutlarımızı bağlarız ve tepetaklak yere çakılırız. İnsanın sürekli aynı hatayı yapmasının nedeni, koyu ve dipsiz umutsuzluk hissi midir? Kara topraklar ve kurşuni gökler aynı şeyi söylüyorlar hep: Yeri yok barış güvercinlerinin burada! İnsan hep yiten, yitirilen oldu. İnsan içindeki bütün müşfik hayvanları öldürdü, vahşi hayvanlara teslim oldu. Konuşan ve konuşturulan, yapan ve eden, içimizdeki vahşi hayvanlardır. Barış güvercinleri hep yok hükmünde oldular. Yine de kendimizi kandırırız anne, başka çaremiz olmadığı için, kendimizi çaresiz kıldığımız için. Her şeye rağmen barış güvercinlerinden de medet ummaktan geri kalmayız, içimizdeki vahşi hayvanları görmezlikten gelerek, onlar hiç yokmuş gibi davranarak.
Savaşta ilk kurşunu neye, kime sıktığımı bilirsen, şaşırıp kalırsın anne. İlk kurşunu gençlik hayallerimi çekip çeviren kalbime sıktım. Delik bir kalple savaştım, hayatta kalmaya çalıştım yıllar yılı. İnsan genç bir çocukken ancak delik bir kalple savaşıp hayatta kalabilir anne. İlk öğrendiğim de bu oldu. İlk kurşunum, ilk öğretmenim oldu. Ödül ve nişane olarak boynumda delik kalbimi asmıştım. Delik kalbim beni koruyacaktı tuzaklardan, kurtaracaktı kör bir kurşundan. Delik kalbim yol gösterecekti bana, savaş hengamesinde yolumu kaybettiğimde.
Yıldızlar gecenin bağrını yırtıyor. Güneş nerede? Güneş neden doğmuyor anne? Neden gökyüzü büyüdükçe büyüyor gözlerimde, ben ufaldıkça ufalıyorum. Yine küçük bir askerim. Bütün büyük görevlere ve sıradan ölümlere hazır ve nazır küçük bir asker. Ayaklarımın altında genç cesetler, güneşi arıyorum. Işık nerede anne? Neden ışığı göremiyorum. Kalbim unuttu güneşin sarı sıcak yüzünü. Kalbim unuttu sabah kuşlarıyla şarkılar söylemeyi. Neden böyleyim anne? Küçük bir asker olmak için mi doğurdun beni. Güneş yok. Güneşi unuttum. Zifiri karanlıktan başka bir yakınım yok. Gökteki yıldızlar ile yerdeki cesetler arasında sallanıp duruyor küçük asker bedenim. Küçük bir çocuğun doğum gününde minik bir mum alevi gibi sallanıp duruyor küçük asker bedenim.
Tabutlarımız baç ucumuzda bekliyor. Hepimiz için sipariş edilmiş tabutlar, bir canavar gibi ağızlarını açmış taze cesetlerimizi bekliyorlar. Biliyoruz sonu gelmeyecek bu tabutların. Doldurup gönderecekler tabutlarımızı memleketlerimize. Meçhul bir kahraman olacağız tabutlarımızda. Bizim haberimiz olmayacak kahramanlığımızdan. Tabutların dışında kalmayı başarırsak rütbesiz askeriz, tabutun içine girersek meçhul kahramanız. Kim bize bu ikili tercihi dayattı anne? Neden hayatlarımız ve ölümlerimiz tabutların etrafında dönüyor? Tabutlara göre hayatlarımıza ve ölümlerimize değer biçiliyor? Tabutumu kırarsam yaşar mıyım anne? Tabutumu kırarsam ölüm ihtimalini ortadan kaldırmış olur muyum? Tabutumu kırarsam yaşatırlar mı beni? Tabutumu kırarsam tabutuma son çiviyi kendi ellerimle çakmış olmaz mıyım? Bildim anne. Kırsam dahi tabutumu, anında yeni bir tabut gönderirler. Burada ne ölüm ihtimali ortadan kalkar ne de tabutların sonu gelir. Burada her şey ölmek ve gitmek üzerine kurulu. Kaderimiz bu. Siz büyüklerin hoyrat elleriyle gencecik alınlarımıza yazdığınız kader bu.
Bize sınırlarını çizdiğiniz kaderde tesadüflerin yeri her şeyden önce gelir. Bizi ölüm ve yaşam çizgisinden ayıran tesadüflerdir. Tesadüfen yaşarız, tesadüfen ölürüz. Tesadüfen meçhul kahraman oluruz, tesadüfen rütbesiz asker olarak kalırız. Her gün kalbimizi yoklayan, tesadüfün siyah ve beyaz elleridir. O gün tesadüfün siyah elleri değmişse kalbinize ölmüşsündür, yok, tesadüfün beyaz elleri nasip olmuşsa yaşamak için sana biraz daha mühlet verilmiş demektir.
Bir bilsen anne, dip dalgalardan, üst dalgalardan, yan dalgalardan ve görünmez dalgalardan ne kadar çok medet umar olduğumuzu. Bir dalga gelip kuyusunu kazıyordu bütün iyi niyetlerimizin. Bir tanesi gelip eşkıya korkusu olarak boynumuza asılıyordu. Bir tanesi ayaklarımıza pranga oluyordu, kollarımıza kelepçe takıyordu. Bir tanesi gözlerimize kara bulut yangınları indiriyordu. Bir tanesi sırtımızda dağ yorgunluğu kesiliyordu. Ama yaşamak istiyorduk ilkel bir içgüdüyle. Mermilerle sökülmüş parmaklarımızı, gözlerimizi, iç organlarımızı toplayıp yolumuza devam ediyorduk.
Savaşın en yoğun olduğu anlarda birden her kes yorulur, müthiş ve keskin bir sessizlik her yeri ve her şeyi kuşatır. Herkes susmuştur ve kendi iç dünyasına çekilmiştir. Hatıralarım havada uçuşuyor anne. İpi kopmuştur hatıra uçurtmasının. Garip bir hasret kuşu gözbebeklerime konmuştur. Dünyadaki yerim, göz bebeklerime konan hasret kuşu kadardır: Azıcık, minnacık. Hatıralarını tutamayan insan, her şeyden kopmuştur, en çok da kendinden uzaklaşmıştır. Gelip hatıralarımı tutmama yardım eder misin, anne? Hatıra uçurtmamı geri getirir misin? Şarkılarını unuttum göz bebeklerime konan hasret kuşunun. Ben her şeyi unuttum. Sahi bana ait ne kaldı, geçmiş güzel günlerden? Yüzünü unuttum anne. Sadece sessizce döktüğün gözyaşlarının sıcaklığını hatırlıyorum, hissediyorum. Sessizlik yüzünle arama giriyor. Sessizlik gözyaşlarının sıcaklığını daha dayanılmaz kılıyor. Ben bunları niye yaşıyorum anne? Söyleyebilir misin?
Sana bildiğim bütün kelimelerin içinin boşaltıldığını nasıl anlatayım anne. Kelimelerin içi çekildi. Kelimelerim içsiz kaldılar. Benim gibi. Zaten burada içi boşaltılmış kelimeleri içinin boşluğuna yerleştirenler hayatta kalabilir, bir süreliğine daha. İki boşluk birbirinin içine tam oturacak. Dışarı kelimelerin boşluğu, içeride senin boşluğun. Bırakacaksın kendini akışa. Yalnız kaldığında boşlukların yerini değiştirebilirsin. Yalnız kaldığında boşlukların ağırlığı altında ezilirsin. Yalnız kaldığında iki boşluktan başka bir şeyinin olmadığını anlarsın. Dahası yalnız kaldığında iki boşluktan başka bir şey olmadığını anlarsın ve içinde bekleyen ölüm mangalarından birine teslim olursun. Yaşamak oyunu başlıyordur. Yaşamak oyunu, yani insan olmak korkusu.
Ola ki bir mucize gerçekleşti, bu savaş cehenneminden sağ salim çıkmayı başardım, diyelim. Pekiyi onca ölümden sonra nasıl yaşayacağım, normal bir insanmış gibi davranacağım. İçimize nüfuz etmişken gencecik arkadaşlarımın paramparça olmuş cesetleri. Nasıl nefes alıp vereceğim, onların parçacıkları ciğerlerime saplanmışken. Savaş ölüleri hep benimle olacaklar. Yüzünü gördüğüm ve görmediğim, tanıdığım ve tanımadığım yüzlerce ölüyle nasıl aile kuracağım. Çocuklarım olursa onlara ne diyeceğim, en anlatacağım. Bana böyle ne yaptınız ey insanlar! Beni ne hale getirdiniz! Neden bir şey demiyorsun anne? Susacak mısın yine?
Geçmişi olmayan biriyim. Eski hatıralarıma tutunmak istiyorum. Gölge gibi kayıp gidiyor eski hayatım. Hiç yaşanmamış gibi hissediyorum kendimi. Hiçbir yere ait değilim. Bütün bir hayatım savaşın gölgesinde geçmiş gibi. Kabul ediyorum: Bir merminin ağzında açtım gözlerimi, bir merminin ucunda kaybedeceğim hayatımı. Ne kolay. Ismarlama. Kendimi haklı çıkarma gücünü kendimde bulamıyorum. Her şey aleyhime ve insan gibi yaşamayı kendime yakıştıramıyorum. Eski hayatım dokunamıyor içime kök salmış yalnızlık duygusuna. Eski hatıralar tutamıyor içimde gezinip duran yabancıyı. Gitmeliyim. Önemli olan bir yerde durmamak, tanınmamak… İçimdeki yabancıya ihanet etmem için bir sebep kalmıyor. İçimdeki yabancı dışarıdaki tanıdıklarıma kök söktürüyor, beni kendiyle sürüklüyor, istediği yere görüyor. İçimdeki yabancının kuklasıyım.
Çocukluğumun kısa pantolonu hala bıraktığım yerde mi anne? Ben büyümedim anne. Büyümek istemedim. Hala senin küçük çocuğunum. Birden kendimi bir askeri üniformanın içinde buldum. Gözlerim çocukluğumun kısa pantolonunda kaldı. Kalbim çocuk çocuk atıyor. Alıp saklıyorum çocukluğumun kısa pantolonunu askeri üniformanın içinde, kimseler görmeden, kimseler bilmeden. Biliyorum çocukluğumun kısa pantolonunu askeri üniformanın içinde sakladıkça kör kurşunlardan korunacağım, bir süre daha yaşayacağım. Çocukluğumun kısa pantolonunu muska yapıp boynuma asıyorum. Sence işe yarar mı anne? Çaresizliğin insana neler yaptırdığını bilmez misin anne?
Savaş beni acıların kaynağına dönüştürdü anne. Nerede olursam olayım, artık acılarımı kendim yaratacaktım, acılarımı kendimden çıkaracaktım. Gencecik ölümlerle kendimi kutsadım, bütün bir varlığımın, acının kaynağına dönüştüğüne şahit oldum. Acı dayanılmaz bir hal aldığında kıyamet atına binip gidiyordum, başka acı kaynaklarını ziyaret etmek için. Acı kaynaklar arasında gidip geliyordum kıyamet atıyla.
Emir sadece demiri kesmiyormuş anne, geç öğrendim. Emir insanları ayırıyormuş, bölüyormuş, parçalıyormuş, un ufak ediyormuş. Bir emirle hemen birilerine düşman oluyoruz, başka bir emirle aynı insanların dostu oluyoruz. Neden emirler değişiyor anne? Emirler değişiyor ve genç ölümlerin sayısı artıyor. Emirler ölümleri katlamaya yarıyor sadece. Ben bu emir işinden bir şey anlamıyorum anne. Bir emir neden insan hayatından daha değerli olur ki. Bir emirle neden bedenlerle toprak birbirine karışır ki. Öyle bir karışır ki hiç ayırt edemezsin. Değişen emirler karşısında değişmeyen tek bir şey var: Acılarımız. Yola çıkmışım yol arkadaşlarımla. Bir emir geliyor yukarıdan, yol arkadaşlarını öldür diye. Hemen birbirimizin boğazına sarılıyoruz en ölümcül halimizle. Bir başka emir geliyor, birbirinizin yaralarını sarın, diye. Hemen sarıyoruz yaralarımızı, en müşfik halimizle. İlaçlarla silahlar arasında kaldım. Emirsiz bir hayatın düşünü anlatır mısın anne? Sahi neye benziyordu insanca yaşamak?
Burada can pazarındayken savaşların neden çıktığını çok sorguladım anne. Önce devlet ile milletin aynı şey olmadığını öğrendim. Devlet yukarıdan gelen, millet aşağıda bekleyendir. Sonra uluslararası silah tüccarları devletleri bir araya getiriyordu. Millet sadece seyircidir temsilen. Bir kumar oynanıyordu. Silah tüccarlarının dağıttığı kağıtlara göre devletler oyuna girerdi, oyundan çıkardı, elini yükseltirdi, gardını düşürürdü. Kırılma noktası milletin temsilcisi görünen kişilerin hem devlet adamı hem de silah tüccarı olmasıdır. Silah tüccarları devletlerin üst yönetiminde yer almaya başladı mı, milletler seyirci olmaktan çıkıp bizim gibi cephelere sürülen figüranlara dönüşürdü. Milyonlarca figüranlardan bir figürandım işte ve sen de üçüncü sınıf bir ameliyathanede ucuz bir ölümü kovalayan zavallı bir kanser hastasıydın.
Ölülerim, öldürmediklerim görünmez elleriyle boğazımı sıkıyorlar, benden hesap soruyorlar: Neden, biz pis bir ölümle gittik, sen hala yeni bir yaşama umudu taşıyorsun? Bizi toprağın altına gönderen, seni toprağın üstünde bırakan hangi kaderdir? Görünmez bıçaklarıyla boğazımı, düşlerimi, yaşama umudumu, zamanımı ve düşüncelerimi kesiyorlar. Kesilmedik hiçbir şeyim kalmadı. Bu kesiklerle nasıl yaşarım. Biliyorum onlar hep benimle olacaklar, görünmez bıçaklarıyla yolumu çizecekler, yaşamımı ve ölümümü doğrayıp birbirine katacaklar. Beni kendilerine benzetecekler. Ta ki onlardan bir ölü olana kadar... Asla peşimi bırakmayacaklar. Savaş yadigarı diyeceğim. Olup olacağı bu…
Ben bütün insanlığın, bütün medeniyetin iflas ettiğini askeri hastanelere bakıp anladım ve bittim annem. Dünyanın her yerinde binlerce insan hastane köşelerinde ölüyordu ve hiç kimse bir şey yapamıyordu, hiç kimsenin elinden bir şey gelmiyordu. Emir verenler hastane köşelerinde ölenleri görmüyordu. Her yeri kan ve gözyaşı kaplamıştı; ama üsttekilerin umurunda değildi. Onlar vazifelerini yapıyordu: Emir vermek. Biz de işimizi yapıyorduk: Ölmek. Askeri hastaneler olduğu müddetçe biz insanlık için yeni bir sayfa açamayız anne, insan merkezli bir medeniyet inşa edemeyiz. Hastaneler olduğu müddetçe birilerinin cebi dolacak, birilerinin de kanı boşalacak.
Bizim sınıfta yedi kişinin sonuncusuydum anne. 1918’in Ekim’inde bir kurşun gelip beni de alıp götürdü. Milyonlarca ölüden bir ölüyüm artık. Kör bir kurşunla canımdan olmuştum ve arkamdan yazacaklar yine:
Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok.
Doğu Cephesinde Yaşamımın Bir Değeri Yok.
Kuzey Cephesinde Acılarımın Bir Değeri Yok.
Güney Cephesinde Umutlarımın Bir Değeri Yok.
Bütün Cephelerde İnsanın Bir Değeri Yok.
Not: Erich Maria Remarque’ın Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok romanından ilhamla yazılmıştır.
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın