1893 yılında Rusya’dan bir grup Ermeni üniversite öğrencisi Leo Tolstoy’u evinde ziyaret etti. Osmanlı Ermenistan’ındaki Ermeni yurttaşlarının durumu hakkında onunla görüşmek istediler. Akıllarında yurttaşlarının özgürlüğü vardı. Dünyaca ünlü yazar Ermenilerin özgürlük mücadelesini destekleyecek miydi?
Desteklemedi.
Sohbetleri sırasında konu Kürtlere de geldi. Öğrenciler Kürtleri “barbarlar” olarak niteledi. Türkler de—Kürtlerin dindaşları—aynı derecede gaddardı. Öğrencilere göre Ermenilerin komşularıyla aralarına sağlıklı bir mesafe koymaları gerekiyordu.
Tolstoy her nedense ikna olmuyordu.
Tolstoy’un öğrencilerle tanışmasının üzerinden 130 yıl geçmiş. Kürtler, Türkler ve Ermeniler merak ettiğiniz konular ise, bu dikkate değer tartışmayı sizin de okumanızı tavsiye ederim. Özet olmasına rağmen, entelektüel sohbet insana Platon’un meşhur diyaloglarını anımsatıyor. Bugünlerde düşünce kuruluşlarımızda düzenli olarak yapılan tartışmaların çoğunu gölgede bırakıyor.
Tostoy 2023 yılında dünyada ahlaki bir devrimin öncüsü olmasından ziyade gerçekçi romanlarıyla tanınıyor. Kendisi hayatını 1881 öncesi ve sonrası olarak iki bölüme ayırır. 1881’den önce, 53 yıl boyunca kendisi, ailesi ve romanları için yaşar. 1881’den sonra 29 yıl boyunca, vejetaryen olup hayvanlar da dahil, hayatını başkalarının mutluluğuna adar.
Sohbet sırasında Ermeni öğrenciler, Tolstoy’un kendi davalarına mesafeli durduğunu hissedince, Yunanlıların bağımsızlık mücadelesini gündeme getirirler. Yunanlıların kendilerini Türk emperyalizminden—biraz da Avrupalı büyük güçlerin desteğiyle—özgürleştirdiklerini ifade ederler ve Tolstoy’a Ermeniler de neden aynı özgürlük kervanına katılmasınlar diye sorarlar.
Tolstoy özgürlükten yanadır ama öğrencilerin davalarını “abarttıklarını” düşünür. Öğrencilere, “Zengin Ermeniler fakir Ermenileri sömürmüyor mu?” sorusunu yöneltir. “Muhtemelen Türklerin ve Kürtlerin fakir Ermenilere yaptıkları, zengin Ermenilerin fakir Ermenilere yaptıklarından daha farklı değildir,” düşüncesini onlarla paylaşır.
Daha sonra öğrencilere sorduğu soruyu kendisi cevaplar: bağımsız Ermenistan’da zengin Ermenilerin fakir Ermenilere baskısı devam eder. Aynı baskının, sözde özgür Rus ve Fransız hükümetleri altında yaşayan fakir Rus ve Fransızlara yapıldığını da ekler.
Başka bir öğrenci, Ermenilerin sadece Türklerden kurtulmak istemediğini, aynı zamanda yoksulluğu sona erdirecek ve insanın insan tarafından sömürülmesini durduracak sosyalist bir cennet kurmak istediklerini dile getirir.
Tolstoy, “Ah, bu konuda konuşmayın,” diye araya girer. “Gülmeden konuşamayacağım!” diye ekler. “Şu anda azınlığın elinde bulunan servetin, elbette bazı zayıflıkları olan sıradan insanlar tarafından yönetilmesi gerekecek,” diyerek devam eder.
Sosyalistler “melekleri davet edip, onları servetin dağıtılmasından sorumlu tutacaklar, değil mi?” diye bir de soru sorar.
Öğrencilerin Tolstoy’un hayali melekleri hakkında ne düşündüklerini bilmiyoruz ama sosyalistlerin 24 yıl sonra, 1917’de Rusya’da neler yaptıklarını biliyoruz. Rus Devrimi, Tolstoy’un öngördüğü ve George Orwell’in daha sonra hicvedeceği gibi, “bazı hayvanların” “diğerlerinden daha eşit” olduğunu gösterdi. Lenin ve Stalin gibi “zayıflıkları” olan insanlar, “sözde” insanın insan tarafından sömürülmesine son verdiler, ancak kendileri ve seçkin yandaşları için devletin zenginliklerini ellerinde tuttular.
Peki Türklerden kurtuluş, Yunanlıların yaptığı gibi, Ermenilerin Ermeniler tarafından sömürülmesine son vermeyecekse ve dönemin devrimcilerinin öngördüğü gibi sosyalizm bir sistem olarak eskisinden daha kötü yeni egemen sınıflar yaratacaksa, Tolstoy’un Ermeni öğrenciler için—ya da bugünlerde aynı sorunlarla uğraşan Kürt öğrenciler için—alternatifi neydi?
Alternatif, “insanın insan tarafından sevilmesiydi.”
Tolstoy’un Dağdaki Vaaz üzerine çalışması onu ellili yaşlarında bir aktiviste dönüştürmüştü ve konuklarına nazikçe “lütfen ‘Hıristiyanlık’ kelimesinden korkmayın” diye bir hatırlatmada bulundu. Onun inandığı Hıristiyanlık akıl üzerine kuruluydu—hem Teslis’i hem de Efkaristiya’yı reddediyordu.
Belki de öğrencilerin yönlendirilmeye ihtiyacı olduğunu hissederek şöyle devam etti: “Özgürlük mücadelesini vaaz eden vatanseverler tüm enerjilerini bu yola yönlendirirlerse bence çok daha iyi ve yararlı olurlar. Daha da ileri gideceğim ve bu yolu izlemenin şart olduğunu söyleyeceğim.”
Tolstoy ne Türklere ne de onların dini olan İslam’a yabancı değildi. Gençliğinde Volga-Ural bölgesinde Türki bir halk olan Tatarların dilini öğrenmişti. Yirmili yaşlarında Çar’ın ordusunda asker olarak Çeçenler, Çerkezler, Osmanlılar, İngilizler ve Fransızlarla da savaşmıştı. Hacı Murat adlı romanı, Müslüman bir savaşçının Ruslara karşı direnişini ele alıyordu.
Aynı Volga-Ural bölgesinde Rus yazarın yolu sosyalistlerin öncüsü Lenin ile 1891 yılında kesişecektir. O yıl o bölgede bir de kıtlık baş gösterir. Devrim için her yolun mübah olduğunu söyleyen Lenin, yerlilerin açlıktan ölmesini olumlu bir gelişme olarak karşılar ve olayın köylülüğü çökerteceğini ve “sanayi proletaryasının [s 318]” büyümesine katkıda bulunacağı tezini savunur.
Öte yandan Tolstoy kollarını sıvar ve Batı’dan gelen hayırseverlerin de yardımıyla açlıktan ölmek üzere olan binlerce köylünün hayatını kurtarır. “Temmuz 1892'ye gelindiğinde, günde 13 bin kişiyi besleyen 246 mutfak ve günde 3 bin kişiyi besleyen 124 özel çocuk mutfağı kurar. [s 444]”
Bu kadar iyi niyete rağmen, Ermeni öğrenciler Tolstoy ile bağlantı kurmakta zorlanıyorlardı.
İçlerinden biri Tolstoy’un “polyannacı” görüşlerine itiraz etti ve araya bir “ama” koyarak şöyle devam etti: “Böyle bir insani öğreti [insanın insanı sevmesi] ancak normal yaşam koşullarında ve ... medeni insanlar arasında mümkündür.” Ardından, “Kürtler gibi barbarlar arasında...” diyerek manalı bir suskunluğa büründü.
Hacı Murat’ın yazarı ise onun için hazırdı. “Müsaade edin,” diye araya girdi, “Kürtler de sizin ve benim gibi insan değil mi? Ve bizim onları öldürmeye hakkımız var mı? Neden onların bu çağrıyı [insanın insanı sevmesini] anlamayacağını ve buna değer vermeyeceğini düşünüyorsunuz?”
Tolstoy devam etti, “İnanın bana, bunu birçok bürokrattan çok daha iyi anlayacaklardır—örneğin, Polis Şefimiz Vlasovski’den! Şahsen ben Vlasovski’den çok bir Kürt’e merhameti vaaz etmeyi tercih ederim.”
Sözlerini şöyle bitirdi: “Tekrar ediyorum, Ermeni vatanseverliği de diğerleri gibi paganizmdir ve düşünen herkesin buna karşı mücadele etmesi gerekir.”
Ne yazık ki devir paganizm devriydi. Onun şiddetli bir biçimi olan milliyetçilik ise gelecek yüzyılda dünyayı kasıp kavuracaktı. Albert Einstein’ın milliyetçiliğin “insanlığın kızamığı” ya da George Orwell’in “modern hastalık” olduğu yönündeki uyarılarına rağmen, milliyetçilik hala dünyada tükenmiş bir güç değildir.
Burada şöyle bir soru sormak gerekiyor: Ermeni öğrenciler insanın insan tarafından sömürülmesine son vermek istediyse, Tolstoy’un “insanın insan tarafından sevilmesi” mesajını Kürtlere iletmeyi ve böylece onları Aydınlanma Çağı’na davet etmeyi neden kendilerine yakıştıramadılar?
Her iki fikir de (insanın insan tarafından sömürülmesine son vermek ya da insanın insan tarafından sevilmesini sağlamak) yeryüzünde cennet vaat ediyordu. Üniversite öğrencilerinin alternatif ya da tamamlayıcı fikirlere açık olması gerekmez miydi?
Bir başka soru: Hangisi daha önce gelmeli; özgürlük mü, sevgi mi? Öğrenciler özgürlüğü seçtiler; Tolstoy ise sevgiyi. Osmanlı-Ermenistan’ındaki Ermenilerin temsilcileri ise, en azından bir Türk tarihçiye göre, bizzat Osmanlı İmparatorluğu içinde “topraksız bir özerklik” [s 60] istediklerini biliyoruz.
Ancak sultanları İkinci Abdülhamit, Osmanlı yurttaşı olan her Ermeni’de Tolstoy’la sohbet eden öğrenci gibi bir ayrılıkçı görüyordu. Onları susturmaya çalıştı ve 1894'ten 1924'e kadar Osmanlı İmparatorluğu içinde bulunan Ermenilerin sonunu getirmeye çalışan bir olaylar zincirini harekete geçirdi.
O an orada olmayan ama aynı sorunlar ile uğraşan ve daha sonra Tolstoy ile doğrudan mektuplaşacak olan bir diğer kişi de Gandi'ydi. O sırada Güney Afrika'daydı ve Hint göçmenlerinin haklarını bir avukat olarak korumakla görevlendirilmişti. Ermeni öğrencilerin aksine, bir Hindu olmasına rağmen, Tolstoy'un mesajına kulak verdi ve özgürlüğe kavuşmak için sevgi yolunu denedi.
“Öldür ya da öldürül” şeklindeki eski kavram, kitlesel ölçekte yeni bir aktör ile, “insanın insana sevgisi” ile tanışacaktı. Bunun sonuçları ise artık tarihsel bir bilgidir. Güney Afrika’da Hintli göçmenlerin hakları, beyazlarınkinden daha az olsa da güvence altına alındı. Büyük Britanya, Hint alt kıtası üzerinde yüzyıllar süren hakimiyetine barışçıl bir şekilde son verdi. Amerika, Dr. King, Gandi ve Tolstoy sayesinde daha hümanist bir ülke haline geldi.
Orta Doğu’nun aynı hümanizme ihtiyacı var. Bazı Kürtler hala Lenin ve yandaşlarından ilham alıyor. Onun yerine Tolstoy’u koyabilirler mi? Bu mümkün mü? Tarih pek de umut vermiyor. Sovyetler Birliği’nde Leninistler kalıcı olarak emekli olmadan önce iflasın kapılarını çalmasını beklediler. Kürdistan’da da aynı hesaplaşma günleri o kadar uzak olamaz.
Tolstoy bugün bir grup Kürt öğrenci tarafından ziyaret edilseydi ne derdi? Kürt meselesi hakkında bildiklerimizi bilseydi; kitaplarını ve öğrencisi Mahatma Gandi’nin kitaplarını okumama dayanarak aşağıdaki noktaları belirteceğine inanıyorum:
1-) Özgürlük içkindir, aşkın değil. Yani toprakla alakası yoktur. Özgür Kürtler olarak Kürdistan’ı özgürleştirmek isteyebilirsiniz, ancak kendiniz özgür olmadan Kürdistan’ı özgürleştiremezsiniz. Eğer tuğladan bir ev inşa etmek istiyorsanız, pişmiş tuğlaya ihtiyacınız vardır. Pişmemiş tuğlalarla ancak geçici bir tuzak, başarısız bir devlet inşa edebilirsiniz.
2-) Eşitliğe giden yol sevgiden geçer. Birini sevdiğinizde, onu kendi konumunuzdan daha aşağı bir yere koymazsınız; karşınızda konumlandırırsınız. Ona eşit muamelede bulunursunuz—çoğu zaman daha iyi davranırsınız. İnsan gelişiminin uzun tarihinde, sosyal (ve bilgiye değer veren) insan her zaman için şiddete meyilli insanın üstesinden gelmiştir. Şiddet içermeyen direniş savaştan daha iyidir.
3-) Kuzey Kürdistan’da Türk devletine karşı savaşta 50 bin Kürt öldü. Güney Kürdistan’da bu sayı genellikle beşle çarpılır. Milliyetçilik denen bir virüs Avrupa’dan bölgeye bulaştı. Hasta bir insanı AK-47 ile tedavi edemezsiniz. Örneğin 300.000 ölü Kürt, öğretmen olarak Orta Doğu’nun kaderini değiştirebilirdi. Dünyaya yön vermek için bir öğretmen, Sokrates, yetti.
4-) Kürtlerin emperyalist bir geçmişi yok. Ayrıca, göreceli olarak, ellerine daha az kan bulaşmış. Türkçe, Arapça ve Farsçayı tüm komşularının toplamından daha iyi biliyorlar. Bu, kullanılmayı bekleyen bir sosyal sermayedir. Düşünün, eğer Kürtler şöyle bir ilke öncülük yaparsa: Ben tamamen eski yaraları iyileştirmekten yanayım; ben asla yeni mezarları kazmaktan yana değilim!
5-) Kürtler, yukarı Ortadoğu'yu Türkler, Araplar ve Farslarla paylaşıyor. Özgür olmayan Kürtler, özgür Türkler, özgür Araplar veya özgür Farslar anlamına gelmiyor. Will Durant'ın belirttiği gibi, gerçek özgürlük ancak "karşılıklı hoşgörü" ile gelir. Birinin bu uluslar hapishanesinin kilidine bir anahtar bulması gerekiyor. Belki Kürtler bu anahtarın sahibidir. Herkes dünyayı değiştirmeyi düşünür ama kimse kendisini değiştirmeyi düşünmez. Her Kürt kendisi ile başlarsa daha iyi eder.
O unutulmaz günde Tolstoy’un evinde servis edilen tek yemek siyaset değildi elbette; edebiyat ikincisiydi.
Tolstoy ziyaretçilerinden birine üniversitede ne okuduğunu sordu. O da “Batı edebiyatı” deyince Tolstoy şöyle cevap verdi: “Mükemmel, Batı edebiyatı çok zengin... İnsan sadece vita brevis, ars longa [hayat kısa, mükemmellik zaman alır] diye hayıflanıyor. İyi, ilginç ve ruha iyi gelen o kadar çok şey var ki, insanın hepsini okumaya vakti yok.”
Burada önceki konuya nazaran herhangi bir anlaşmazlık yoktu. Öğrencilerden biri Tolstoy’un yakın zamanda Guy de Maupassant’ın bazı eserlerinin Rusya’da çevrilmesiyle olan alakasını gündeme getirdi ve geri kalanlar üzerinde çalışıp çalışmayacağını sordu.
“Evet... Bana göre Victor Hugo’dan sonra Maupassant çağımızın en iyi yazarıdır. Onu çok severim ve tüm çağdaşlarından üstün tutarım. Eserlerinin yakında çıkacak yeni baskısı için bir önsöz yazdım.”
Aynı öğrenci tekrar sordu, “ama bazı insanlar adınızın Maupassant’ın eserlerinin popülerleşmesiyle herhangi bir şekilde bağlantılı olmasına oldukça şaşırdı... Bu tür temaları seçen bir yazara sempati duymayacağınız düşünülüyordu...”
“Maupassant’a doğru bir bakış açısıyla bakmak gerekir,” diye cevap verdi Tolstoy. “İlk başta yanlış yaptığı doğrudur... Ama daha sonra hatasını anladı ve adeta yeniden doğdu.”
Tolstoy daha sonra öğrenciye bir soru sordu. “Bir denizcinin kötü şöhretli bir evde kendi kız kardeşiyle karşılaşmasını anlattığı öyküyü hatırlıyor musun [Bir Denizci ve Kız Kardeşi]? Bu hikâye insanı nasıl da düşündürüyor! İnsanın ruhunda ne kadar derin bir iz bırakıyor! Bu tür hikayeler ile, yazar bizi hangi bataklığa sürüklerse sürüklesin, okuyucuda kesinlikle ahlaksızlığa karşı bir sevgi ya da ilgi uyandıramaz.”
Öğrencilerin ayrılma vakti gelmişti. Rus yazarın onlar için veda sözleri şöyleydi: “...Maupassant’ı mutlaka yeniden okuyun! Onda dikkate değer ve son derece öğretici çok şey bulacaksınız.”
Öğrencilerin Tolstoy ile buluşmasından bir yıl sonra Osmanlı Ermenistan’ı, öğrencilerin dilediği gibi özgür Yunanistan örneğini izleyemedi. Osmanlı hükümeti ve onların Hamidiye Alayları'ndaki Kürt işbirlikçileri için bir ölüm tarlası haline geldi.
Benny Morris ve Dror Ze’evi’ye göre, “1894’ün başlarında toplu katliam havadaydı[s 72] ve 1896’nın ortalarında en az 100.000 Ermeni, Türkler ve Kürtler tarafından birbiri ardına korkunç katliamlarda vurularak, bıçaklanarak ve baltayla öldürülmüş olarak yerde yatacaktı.”
1915 yılında, dokuz yıl sürecek bir başka şiddet olayında, ölen Ermenilerin sayısı bir milyonu aşacaktı[s 636].
Bu dehşet verici yıllarda başka bir şey daha oluyordu. Türkler, bazen de Kürtler, mahkûm edilen Ermeniler arasından güzel kadınları eş olarak seçiyorlardı. Belki bir gün bir Türk Maupassant, “Bir Denizci ve Kız Kardeşi” gibi “Bir Türk ve Annesi” adlı bir roman yazar.
Belki o roman Türkleri ve Kürtleri ihtiyacımız olan yeni bir düşünce yoluna koyar. Belki dedelerimizin hayatta kalan Ermenilerin ruhunda bıraktığı derin yaralar gibi bizim ruhumuzda da derin izler bırakır. Belki Almanların hayatta kalan Yahudilerle alçakgönüllülük ve dürüstlükle yüzleştiği gibi bizler de Ermeniler ile nihayet, sağduyulu insanlara yaraşır bir şekilde yüzleşebiliriz.
Bu gerçekleştiğinde, belki de İslam dinini paylaşan Türkler ve Kürtler barış masasının etrafında daha kolay toplanabilir. Aslında bu Müslümanlığın bir gereğidir: Kur‘an 49:13, “Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler kıldık. ...” der.
Bu olmadığında, Kürtler yönlerini Tolstoy, Gandi ve Dr. King’e vermeli. Bu insanlık abideleri Güney Afrika’da, Hindistan’da ve Amerika’da özgürlüğe giden yolun sevgiden de geçebileceğini ispatladılar. Aynısını Kürtler Ortadoğu’da denemeli. Vergilius haklı, “Sevgi her şeyi fetheder.” Eşitlik ve özgürlük getiren tek fetih sevgidir.
İngilizceden çeviren: Kubra Sagir
Kani Xulam @AKINinfo
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın