17 yaşındaki Nahel'in polis tarafından öldürülmesi, ardından gelen gösteriler, alışveriş merkezlerinin yakılması ve yağmalanması, genelde devlet kurumlarına ve özelde belediyelere yönelik saldırılar ve yaygın şekilde şiddetin üretilmesi, bizi Fransa'da 40 yıldır tekrarlanan bu sosyolojik olguyu derinlemesine okumaya zorluyorlar.
Bu tür bir isyan ilk olarak 1980'lere kadar uzanıyor. O zamandan beri bu şekilde bir dizi isyan mevsimsel olarak devam etti, en şiddetlisi de 2005 ulusal ayaklanmaydı. Pek çok nedeni var ama başından beri hep bir ya da birkaç gencin polis tarafından öldürülmesi ile yaşanan cinayetler binlerce gencin yüreğinde kök salmış olan büyük bir öfkeyi ateşledi. Pek çok farklı tepki var ama genç isyancılar başından beri kundaklama, yağma ve şiddeti hareket modeli olarak kullanarak polise, pazarlara, belediyelere, okullara ve toplumsal merkezlere saldırdılar.
Dikkate alınması gereken en önemli noktalardan biri, Fransız siyasi, toplumsal ve ekonomik odakların büyük çoğunluğunun aynı anda polis şiddetini, ayrımcılığı, ırkçılığı, yoksulluğu, güçlü mülteci varlığını, toplumunsal vahşeti, korku ve sindirmeyi kınamasıdır. Ancak bu kınamalar gerçeği hiç değiştirmedi. Zira aradan geçen 40 yıl boyunca siyasetçiler bu sosyolojik olguya sağlıklı bir yanıt veremediler, aksine kendilerini dünyaya çaresiz gösterirler.
Gençlik isyanına karşı uygulanan stratejiler
Son 40 yılda, mahrum bırakılan gençlerin isyanına karşı bir strateji olarak uygulanan şey, çoğunlukla Fransa'da şu şekilde adlandırılan yerleşim yerlerinde konaklamayı değiştirmek ve hizmet alanını genişletmektir: Gecekondu mahalleler, şiddet içeren mekanlar, şiddet alanları, gözardı edilen banliyöler. Bazı radikal sosyologlar bu yerleri, “Fransız Cumhuriyeti'nin kaybettiği alanlar!” şeklinde isimlendiriyor.
Bu bölgelerde binalar yenileniyor, yollar yeniden asfaltlanıyor, hizmet merkezlerinin sayısı arttırılıyor ve daha fazla ulaşım aracı hizmete sunuluyor. Elbette tüm bunlar önemlidir, ancak daha da önemlisi, tüm Fransa'da sistematik ve yumuşak bir şekilde uygulanan mekanizmanın mevcut yoksulluk ve bu bölgelerdeki nüfusun dışlanmasına karşı derin bir mücadelenin olmamasıdır.
Aslında sorunun kökeni binaların yenilenmesinde değil, burada yatmaktadır. Yani kim, hangi yöntemle ve ne zaman bu kuşağın kendisini sistematik olarak dışlandığı duygusunu bulanıklaştırarak bu kuşağın kendisini herhangi bir Fransız gibi hissetmesini ve diğer Fransızlarla aynı haklara ve görevlere sahip olduğunu hissetsin?
Bu strateji uygulanmadığı için 40 yıl sonra bile isyanlar devam ediyor, nesiller boyu süren şiddet tekrarlanıyor ve bu zor bölgelerin nüfusu her geçen gün daha da fakirleşiyor. Yıllık OECD raporuna göre, ister kız ister erkek olsun, fakir bir Fransız ailenin soyundan gelen birinin aylık en az 2.400 Euro maaş kazanması için 180 yıl geçmesi gerekiyor. Asıl soru, hükümetin yoksunlar dünyası ile şanslılar dünyası arasındaki bu büyük uçurumu etkili bir şekilde nasıl daraltabileceğidir!
Politik ifade hipotezi
1983 yılında Fransa'daki protesto hareketi siyasi bir harekete dönüşmeyi ve önemli kazanımlar elde etmeyi başardı. O andan itibaren ırkçılık, en azından teoride, lanetli muamelesi görüyor.
Bu hareketten sonra ve bu tarihten sonra başka hiçbir gençlik protesto hareketi kendisine siyasi bir versiyon kazandırmadı. Aksine, François Dubé'nin “siyasi boşluk” dediği şey, protesto hareketi ile cumhuriyet arasındaki ilişkiye hükmediyor. Yani, öfke artık dünyayı değiştirmek için somut siyasi eyleme dönüşmüyor!
Dünyanın canlı demokrasileri toplumsal hareketler ve siyasi partiler aracılığıyla öfkeyi somut örgütsel eyleme, somut taleplere ve somut projelere dönüştürmeye çalışırken, bu durum beklentilerin ve taleplerin yalnızca şiddet içeren bağlamlarda dile getirilmesini engelliyor.
Dolayısıyla, kırk yıl sonra, Fransa'da büyük bir toplumsal kriz olduğunu kabul edebiliriz, ancak ne siyasi ne de toplumsal hiçbir aktör, bu krizi temsil etme, ifade etme ve ardından müzakere etme tekeline sahip değildir! Bu da cumhuriyetin bir muhatap ile müzakere etmesini, ilişki köprüleri kurmasını, çözüm önermesini imkansız kılıyor.
Bu nedenle bu gözardı edilen mahallelerde belediye başkanlarının, örgütlerin, sosyal hizmet görevlilerinin ve hatta sendikaların feryatları sonuçsuz kalıyor ve kimse onları dinlemiyor. 1960'larda ve 1970'lerde bu mahalleler, “Cumhuriyet'in Kızıl Cepheleri” olarak biliniyordu ve radikal sol tarafından yönetiliyordu. 1990'larda ve 2000'lerin başından itibaren Selefiler buraları etkileyebiliyordu. Bundan sonra ise ne radikal sol, ne Selefiler, ne de kimse buraları etkisi altına alamaz.
Sonuç
Bu mevcut başkaldırı sadece toplumsal ve ekonomik bir krizin ifadesi değil, aynı zamanda yeni neslin bu tür öfke ve isyanlarına alan açamayan demokratik sistemin krizinin de ifadesidir. Pek çok kategorideki gençlerde vatanın, milletin ve cumhuriyetin çocukları oldukları, kendi onurlarına, haklarına ve konumlarına sahip oldukları duygusunu yaratamayan demokratik sistemin krizidir.
Ayrıca radikal gerçek ve hatta ölçekli orta gerçeğin önemli bir parçası olarak gençlerin bu öfkesini ve ateşlenmesini dünyaya ırkçılık, iç savaş ve ulusal güvenliğe yönelik tehdit şeklinde bir hikaye diye tanıtmaya çalışan demokratik sistemin krizidir.
Elbette hiçbir aktörün hiçbir koşulda ve hiçbir şekilde cumhuriyetin kurumlarına ve vatandaşlara bu şekilde bir şiddet uygulama hakkı yoktur. Ancak aynı zamanda şiddetin kökenleriyle, şiddeti açık hale getiren sebeplerle uğraşmak, şiddetin sonuçlarıyla uğraşmaktan daha önemlidir.
Fransa Irak Araştırma Merkezi Direktörü Dr. Adil Bakawan
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)
Yorumlar
Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın
Yorum yazın