Avrupa’da karga ve çan sesi

Almanya Gezi Notları (24)

Sabahın kerahet vakti. İçime bakıyorum, sığınacak liman bulamıyorum; dışarıya bakıyorum, gidecek yer göremiyorum. Mecburen çevreme kulak kesiliyorum, karga sesleri duyuyorum. Bu saatte Türkiye’de olsaydım muhakkak yağmur kuşlarının ağaçlardan taşan seslerini duyardım.

Yağmur kuşları günün ışımasıyla beraber şarkılarını okumaya başlarlar. Hem olağanüstü bir birliktelik vardır hem de her kuş olabildiğince kendidir. Pürdikkat kulak kesilirsen kendi yağmur kuşunun şarkısını duyup ona eşlik edebilirsin; düşüncelere dalıp dikkat etmezsen sadece uzaktan kuş sesleri duyarsın. Şimdi burada ise içimdeki yalnızlığı bıçak gibi sesleriyle yırtan, ölçüp biçen, kaldırıp indiren karga seslerinden başka bir şey yok. Neden bu ülkede yağmur kuşlarının sesi yok. Var da ben mi duymuyorum. Oysa bu ülkede hep yağmur yağar. Ne garip. Saat sabahın yedisi ve öyle bir çan çalıyor ki ne ağaçlarda kuş bırakıyor ne de mezarında ölü; hepsinin rahatlarını bozan bir çan sesi, defalarca çaldı. Sonra uzaktan karga sesleri karıştı çan sesine. Bu ülke iki sesten ibaret oldu sabahın yedisinde: Karga ve çan sesi. Ne korkunç!

Romanlarda böyle yazıldığını hatırlamıyorum. Avrupa’da iki ses baskın: Karga ve çan sesi. Bu sabahın yedisinde daha iyi anlaşılıyor. Bir de uçak sesleri arada duyuluyor, dışarıdan fevkalade. İçerde esas iki ses olayı var. Doğanın içinden çıkıp gelen karga sesi, insanların el yapımı çan sesi. Günaydın denilir mi yeni güne? Hangi sesle? Sesimi duyamıyorum.

Sabahın bu ilk saatlerinde insan zihni garip çalışıyor; hiç olmadık şeyler aklıma geliyor. Şöyle bir düşündüm, aklıma biri Sivas’ta üniversiteden hocam, diğeri de Sivas’ta arkadaşım iki kişi geldi. Hocam Türk solcusu, muhalif, aşırı Kemal Tahir hayranı; arkadaşım Türk solcusu, muhalif ve aşırı Yaşar Kemal hayranı. İki muhalif Kemal’den iki muhalif solcuya baktığımda bir fark göremiyorum. Kemal Tahir devleti dışarıdan inşa etmiş, Yaşar Kemal içeriden; iki yazar da sistemin içinde kalarak muhaliflik rollerini yerine getirmişler.

Şöyle bir gerçek ortaya çıkıyor: Devleti eleştirmeden istediğin kadar solcu olabilirsin, muhaliflik oyununu oynayabilirsin. Hocamı tanıyorum, aşırı Marksist, ulusalcı, yani kendine göre müthiş küreselleşme ve kapitalist sistem eleştirisi yapıyor; ama suya sabuna dokunmadan, devletin kutsallarına riayet ederek. Arkadaşıma bakıyorum, Kürt solcusu, Alevi, 10-15 senedir Yaşar Kemal’in eserlerini akademik olarak inceliyor; ama muhalif bir duruşu yok. Sonuçta Yaşar Kemal Kürt kimliğine sahip çıktı, sırf bu tavrından dolayı özenle sistemin dışında tutuldu; ama arkadaşım hiç bu noktalara değinmiyor, devletin kırmızı çizgilerini aşmayan bir Yaşar Kemal portresi ortaya koyuyor. Türkiye’de sistemi eleştiriyormuş gibi yaparsan ve devletin kırmızı çizgilerini gözetirsen akademik unvan sahibi olursun. Önümüzde Barış Akademisyenleri örneği var. Sırf 2015-16’daki şiddet olaylarının bitmesi için 11 Ocak 2016’da 1128 akademisyen “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisi yayımlamıştır, bildiride imzası olan akademisyenlerin başlarına gelmeyen kalmadı.

*

Buraya ilk geldiğimde günler çok uzundu, geceler çok kısa; gün bitmek bilmezdi. Zamanın çoğunu dükkanda geçirirdim. Şimdi ise gündüzler kısalmış, geceler uzamaya başlamış, yani gitme vakti geldi.

Tanışlarla vedalaşmaya başladım. Bir daha görüşür müyüz, görüşmez miyiz; Allah bilir. Ama yarın bu saatte Stuttgart havaalanın yolunu tutmuş olacağız, uzun bir tatilin sonuna gelmiş olacağız. Gün ortasında gidişler beni daha çok yokluyorlar.

Gündüz vaktinde daha çok başkaları var, gece vaktin çoğunu kendimle geçiriyorum. Ama ayrılık rüzgarları her yandan esiyor. Bir daha buralara gelmek ister miyim; sanmıyorum. Gelsem bile her kes ve her şey değişmiş olacak, daha önce olduğu gibi. Bir daha buralara gelmek istemem ama. Avrupa’da İspanya ve İtalya’yı görmek isterdim; oraları görmesem bile çok şey kaybetmiş olmam. Gezmek lazım, sürekli bir yerlere gitmek lazım.

*

İsmet Özel ve onun gibiler ne kadar iyi şair olursa olsunlar sevmiyorum. Şair bu, yüreği aşk ve sevgiyle dolmuş, ayrım yapmadan bütün insanlara gönlünde yer vermiş, nasıl ırkçı olabilir, ırkını her keslerden üstün tutabilir. Ben Kürdüm. Kürtlüğümü yok etmek isteyenlere karşı çıkarım; çünkü Kürtlük doğuştan gelen bir özellik, Allah’ın takdiri. Gerçekten Allah’a iman eden bir insan, dilini, dinini, cinsiyetini, rengini, ırkını vb. doğuştan gelen özelliklerini korur ve sever; ama bunlardan birini diğer insanlardan üstün tutamaz. İsmet Özel böyle biri, ırkını diğer ırklardan üstün tutan bir ırkçı. Sevmiyorum onu ve onun gibilerini. Haliyle onun şiirlerini de sevmiyorum. Demek ki önce ahlak lazım. Peygamberlerin, filozofların, düşünürlerin bahsettiği ahlak. Bir şair kelimelerle çok iyi şiirler yazabilir, teknik açıdan kusursuz şiirler kaleme alabilir; ama şiiri asıl güzelleştiren ahlaktır, dürüstlüktür, samimiyettir, evrensel değerlerdir.

*

Geçici olarak Niğdeli Harun dükkanda çalışmaya başlamış. Bu işin ustası. 44 yaşında. 15 yıldır burada, 3 çocuğu var. Büyük çocuğu polis olmuş. Altı yıl önce eşinden boşanmış Harun. Çocuklarıyla sık sık görüşüyormuş. Ona “neden burada boşanma çok?” diye sordum.

Harun şöyle cevap verdi: “Erkek sayısı kadınlara göre daha az. Dışarı çıkıyorsun, baştan çıkarıcı kadınlar. Hangi erkek buna karşı koyabilir. Sonuçta nefis var. Evdeki düzenli hayat bir yerden sonra sıkıyor, bunaltıyor. İnsan başka kadınlarda heyecan arıyor. Sonra pişman oluyorsun ama yine aynı pis işi yapıyorsun. Zaten iş çığırından çıkıyor bir yerden sonra pis işlerini saklayamıyorsun, eşine yakalanıyorsun, boşanıyorsun.”

Elimden geldiğince Harun’un kelimelerini olduğu gibi yazdım, sırf var olan gerçeği içinde yaşayan kişiye göre olduğu gibi göstermek için.

Harun’u geçen hafta bir kadın mahvetmiş. Onu şöyle açıkladı: “Kadın gece beni çağırdı, gitmek istemedim. Sonra kadın dükkana girmiş, altını üstüne getirmiş; dükkanı mahvetmiş. Çünkü dükkanı kadının üzerine yapmıştım.”

*

Nazillili Şerefnur’un hikayesi, bütün gurbetçilerin halini anlatır nitelikte. Dükkanın önünde duruyordum. Baktım o da duruyor, çay içiyor. Kızım geldi ve onun küçük köpeği kızıma havladı. Bunu şöyle açıkladı: Köpek yavruyken çocuklar tarafından incitilmiş, o günden beri köpek sadece küçük çocuklara havlıyormuş. Hikayesini şöyle anlattı: “1947 Nazillili doğumluyum. 5 kız, bir erkek altı kişilik bir aileydik. Annem Selanikli. Babamların evi ile Mustafa Kemal’in evi karşı karşıyaymış. Sonradan babamlar tünel kazıyarak Aydın’a geçmişler, Nazilliliye yerleşmişler. Ben iki yaşındayken babam vefat etti. Lisede bir oğlana aşık oldum. Eniştelerim karşı çıktılar, seni ona vereceğime bir çöpçüye veririm, dediler. Bunun üzerine annem Nazilli’de iş ve işçi bulma kurumuna başvuru yaptı benim adıma. Yaşım küçük olduğu için annemden onaylı izin kağıdı istediler. Annem yaptı kağıdı. 1963’te ikinci Almanya sevkiyatında ben de vardım. İlk sevkiyat 1960’da olmuştu. Almanya’ya geldiğim günlerde duydum ki Adnan Menderes’i asmışlar. Onu çok severdim, çocukken Nazilli’de bir mitingine girmiştik. Ailecek severdik. Çocukluk kahramanımdı. Beş lideri çok severim: Mustafa Kemal Atatürk, Adnan Menderes, Bülent Ecevit, Turgut Özal, Recep Tayyip Erdoğan. Berlin’de bizi bir yerde topladılar. Birileri gelip elindeki kağıda göre bizleri götürüyordu; yani rastgele değildi. Fabrikada çalışmaya başladım. Birkaç sene sonra Artvinli kocamı getirttim. İki çocuğumuz oldu; biri kız, biri oğlan. Kocamın başka bir kadınla ilişkisi olduğunu öğrenince boşandım. Oğlum Akın uyuşturucu bağımlısı ve hırsız olup çıkmıştı. Onu düzeltmek için çok uğraştım; olmadı. Deport edildi. İstanbul’a gitti. Askerliğini yaptı. Ona ev yaptım İstanbul’da. Olmadı, bağımlıydı, hastaydı. Uyuşturucu parası için hırsızlık yaparken yakalanmış, 17 yerinden bıçaklanmış, olay yerinde ölmüş. Oğlumun öldüğünü beş sene sonra öğrendim. Şimdi Plochingen’e kızımı ziyarete geldim. Türkiye’de kimsem kalmadı. İyi ki gelmişim Almanya’ya. Pişman değilim ama çok acı çektim. Dile kolay, tam 60 yılım burada geçmiş.”

*

Bugünün şiiri Edip Cansever’in Gül Kokuyorsun’u.

Gül kokuyorsun ve ben seni bütün gül kokularıyla özlüyorum. Kırmızı güllerle yaram daha da kanıyor; sesimi çıkaramıyorum. Beyaz güllerle geçmişi ve geleceği bir çırpıda harcıyorum; sorgusuz sualsiz. Sarı güllerle hüznün darağacına sürüyorum bütün anılarımı; susuyorum. Siyah güllerle gecenin karanlığında yitiriyorum hafızamı, bir çöl dikenine dönüşüyor belleğim; bir türlü ayrılığın adını koyamıyorum, gidişini bir yerlere konduramıyorum. Mavi gülleri göğe tutuyorum, hayatla bağını koparmış ve ölümden azade olmuş özgürlük yolunu.

“Gül kokuyorsun, amansız kokuyorsun. Bu koku dünyayı tutacak nerdeyse.” Ama ben gülsüz susuyorum, susturuyorum kendimi; kan kusturuyorum ömrüme. Yaşam ve insana dair bildiklerimin hükmü kalmadı. Her kesin ömründe kanayan bir gül var mıdır? Her kesin kalbi kanayan bir güle dönüşür mü zamanla? Her kes yitirdiğine benzer. Sorun şu ki her insan neyi, nasıl yitirdiğini bilmez. Çoğu insan avuçlarında gül tuttuğunu sanır. Avuçlarını sımsıkı kapatmıştır gülü düşürmemek için; ama avuçlarında tuttuğu gülkurusu hasretliklerdir. Bilmez ama. Avuçlarını açtığında gerçeği görür. Avuçlarında tuttuğunu sandığı gül ya bir başkasının avuçlarında kurumuştur ya da kül olup toprağa karışmıştır. En güzel gül şarkılarını sen söylersin, teselli edemezsin kendini. En güzel gül türkülerini sen okursun, nafile ama. En güzel gül şiirlerini sen yazarsın, işe yaramaz. En güzel gül hikayelerini sen kaleme alırsın, faydası olmaz. Yeni bir Gül ve Bülbül romanı yazmak istersin, başlayamazsın bile. Avuçlarındaki boşlukla sallanıp durursun.

Dünyayı ve insanı güzelleştiren gül kokusudur. Gül kokuları çıkıp gitti hayatlarımızdan. Yabancılaştık birbirimize. Bense her gül kokusuyla biraz daha yitirdim kendim. Güller kanırtıyor kalbimi. Kanım gül kokuyor.

 

(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)