Erdoğan ve Esad; telefon ne zaman çalacak?
Ankara'nın, Suriye’de rejimden sonrasına hazırlandığı dönemler geride kaldı. Altı ay içinde Esad rejiminin devrileceğini ve Şam'da yeni bir rejimin kurulacağına inanıyordu. Tersine artık özellikle bölgesel devletler başta olmak üzere Beşar Esad'a kapılar bir bir açılıyor. Türkiye bu yeni durumu iyi anlıyor ve bölgedeki stratejilerini buna göre değiştirmeye hazırlanıyor.
Önce şu soru ile başlayalım; Türkiye Suriye'den ne istiyor? Ankara'nın Suriye'deki temel kabusu ne, nasıldır ve kimdir? Bu kabusla nasıl başa çıkmak istiyor? Pragmatik seçenekler nelerdir? Bu soruları cevaplamak için aşağıdakileri dikkate almak ve irdelemek önemlidir:
Batı Kürdistana (Rojava) saldırı propagandası
Fransız Le Monde gazetesi, 16 Ağustos'taki sayısında eski Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner’in bir imdat çağrısına yer verdi. Kouchner, ABD'ye, Avrupa Birliği'nin geneline ve özellikle de Fransa'ya, Türk ordusunun Batı Kürdistan'a saldırısını engelleme çağrısında bulundu. Aksi takdirde, öncelikle Kürtlerin toplu bir katliamla karşı karşıya kalacağını, ikincisi ise Batı Kürdistan’ın işgalinin ardından Batı ülkeleri ve Fransa’nın güvenliğine tehdit oluşturan IŞİD’in daha güçlü döneceğini belirtti.
Kouchner'in çağrısı, Türk diplomasisinin Suriye Kürdistanı'na yönelik bir saldırıya hazırlandığı ve büyük başkentleri “ulusal güvenliğini korumak” olduğuna inandığı yeni, geniş çaplı bir saldırıyı kabul etmeye ikna etmek için haftalardır yoğun bir şekilde çalıştığı bir dönemde geldi. Türkiye'nin Suriyeli mülteciler diye bir sorunu olduğu doğrudur. Rejime karşı Suriye muhalefetini yönetmek adına bir denklemi olduğu da doğru. Ayrıca IŞİD terörünün Ankara için önemli bir soru olduğu da doğru.
Ancak tüm bunlardan önemlisi, Suriye’deki Kürt sorunudur. Türkiye, hiç bir şekilde, hiç bir koşul altında Suriye'de rahatça bir Kürt statüsü oluşmasını istemiyor ve PKK ile bu statü arasındaki organik bir ilişkinin varlığı da, Türkiye’nin bu mutlak reddine bir derinlik daha kazandırıyor.
Washington ve Paris'in tepkisi
Joe Biden Beyaz Saray'da göreve geldikten sonra Başkan Macron, Trump sonrası Amerika'da güçlü bir arkadaş edindi. Bu dostla artık kartlar karılmıyor. Buna en iyi örnek de Suriye’dir.
Hem Başkan Biden hem de Başkan Macron, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a, Batı Kürdistan'a yönelik saldırıyı desteklemediklerini belirtmekle kalmayıp, aynı zamanda bunu stratejik bir hata olarak gördüklerini ve razı olmadıklarını da açıkça belirttiler.
Bu iki önemli başkent için de birinci öncelik IŞİD’e karşı mücadeledir ve bu bağlamda Kürtler Suriye'deki ilk aktörlerdir. Bu yüzden saldırıya uğramamalı, aksine desteklenmeli ve dost olunmalıdır. Çünkü DAİŞ hala küresel stratejik bir tehdittir ve ciddi yaklaşılmalıdır.
İran ve Rusya
Türkiye, ABD ve Fransa'nın bu yanıtına öfkeli, bunu anlamakta güçlük çekiyor ve dostlarının “sahtekarlığı” olarak görüyor. Çünkü, bir NATO üyesi olarak Washington ve Paris'in Türkiye'nin düşmanlarını değil, onları desteklemek ve dost olmak zorunda olduğuna inanıyor!
Bu nedenle, NATO'dan dostları tarafından hayal kırıklığına uğrayan Cumhurbaşkanı Erdoğan, NATO'nun düşmanlarıyla görüşmeye karar verdi ve Washington ve Paris'in kendisi için yapmadıklarını Moskova ve Tahran’dan yapmalarını istedi. Ancak hem Başkan Putin hem de Cumhurbaşkanı Reisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın beklentilerinin tamamen aksi yönde hareket etti.
Tahran'daki görüşmede Cumhurbaşkanı Erdoğan'a açıkça iki şey söylediler:
Birincisi; Suriye'de bir Kürt statüsünün ulusal güvenliğinize tehdit oluşturduğunu anlıyoruz ve bu konuda size yardımcı olmaya hazırız.
İkincisi; bu tehditle ilgili yegane uygun yöntem, Ankara ile Şam, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Esad arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesidir.
Farklı bir strateji arayışı
Bu toplantıda, pragmatik duygularının da yardımıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan, büyük amaçları uğruna yeni bir strateji arama zamanının geldiğini çabucak anladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın hayaller içinde yaşayan ve bir takım hayallere göre hareket eden dogmatik bir aktör olduğunu düşünen herkes yanılıyor. Bunun en iyi ve en yakın kanıtı Suudi Arabistan, BAE ve İsrail ile ilişkilerin normalleşmesidir. Aylar öncesine kadar “Riyad Kasabı” diye adlandırdığı Muhammed bin Selman'ı bir kaç hafta önce Ankara'da kırmızı halıyla karşıladı ve hatta Türkiye'den ayrıldığında da uçağına kadar eşlik etti ki başkaları için bu protokol nadiren yapılıyor.
Dolayısıyla, Ankara'dan gelen birçok sinyal bizi bin Selman'la ilgili modelin genelleştirilmesine götürüyor. Suriye denkleminin Suudi denkleminden çok daha karmaşık olduğu doğru, ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Ankara ile Şam arasındaki ilişkileri normalleştirerek Batı Kürdistan'a çok daha kolay ve çok daha düşük maliyetle güçlü bir darbe indirebileceği de doğru. Şu anda çeşitli fiili nedenlerle yüzde 100 ortadan kaldıramasa bile, özellikle Rusya ve İran'ın desteğini alırsa, Suriye'de başka bir “Kürdistan bölgesinin” oluşumunu engelleyebilir.
Recep Tayyip Erdoğan'ın elinde çok az zamanı kaldı. Çünkü cumhurbaşkanlığı seçimleri önümüzdeki yıl Haziran'da yapılması planlanıyor ve bu tarihten önce seçimlerini sonucuna doğrudan “olumlu” etkisi olacak ve cumhurbaşkanlığı sarayında kalmasını garanti edecek büyük bir olay yaratması gerekiyor. Erdoğan’ın siyasi hayalinde bu büyük olay Batı Kürdistan'daki devletçik çerçevesini yıkmak olabilir mi? Bu senaryoyu gerçekleştirmek için Beşar Esad'ı arayıp eskiden dediği gibi “Nasılsın kardeşim?” diyecek mi? "Riyad kasabı"nı selamladığı gibi Ankara'da "Şam kasabı"nı da ağırlayacak mı? Bekleyip görelim, belki önümüzdeki haftalarda bu soruların cevaplarını alırız.
Fransa Irak Araştırma Merkezi Direktörü Dr. Adil Bakawan
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)