Biz halkız hep ölümle sınandık ölümden hiç korkmadık
Kıbrıs gezi notları (1)
Yirmi yıl önce bu şehirde, bu camiden yola çıkmıştım bir sabah vakti, gün doğusunda, bir istiane namazıyla. Yirmi yıl sonra yolum tekrar bu şehirden, Eski Saray camisinden geçiyor. Hiç kimseyi tanımıyorum, tanıdıklarım da beni tanımadı. Yirmi sene önce tanıdığım bir adam vardı, bizim oralardan. Farkında olmadan yan yana tespih çektik. Ben onu son anda tanıdım, o beni hiç tanımadı. Beni onu tanıdığımı hissetmedi. Hayret ettim. Oysa köklerim bu şehirde. Bu caminin hayatımda ayrı bir yeri var. Ama tek bir tanıdık yok memleketimde, tanıdıklarımdan hiç kimse beni tanımıyor.
Bu kadar kısa sürede böyle unutulmak, hiç hatırlanmamak, bir türlü kabullenemiyorum. Dünyanın gerçeği bu. Geliyorsun ve gidiyorsun. Bitti. Başka da bir şey yok. Her şey o kadar kısa bir sürede olup bitiyor ki geriye dönüp geldiğinde hiçbir işaret taşını yerinde bulamıyorsun. Kayboluyorsun. Yitmişsindir. Her gölgede yabancılığın bir başka artmaktadır. Her köşe başında dönüp yok olmak istersin. Bu benim geçmişim, benim memleketim, benim gerçekliğim değil, demek istersin. Ama boşuna. Ben de geçip gittim memleketimden, daha öncekiler gibi, herkesler gibi.
Bir ikindi sonrası, güneş batmaya geçmiş bütün ağırlığıyla. Cemaatle namazı kaçıranlar bir başlarına namazlarını kılıyorlar. O zamanlar on yedi-on sekiz yaşlarındaydım. Şimdi otuz yedi-otuz sekiz. Gençliğimin baharı ve gençliğimin sonları, aynı şehirde, iki vakit arasında. Gençliğimin başları, istiane namazı; gençliğimin sonları, ikindi namazı. Bir ömür böyle geçip gidermiş; iki namaz arasında. Allah nasip ederse on sene sonra burada oluyormuşum bir akşam namazında, yaşım olmuş kırk yedi-kırk sekiz, yaşlılık yılları yani. Son bir defa daha yolum düşüyormuş memleketime bir yatsı vakti, yaşım olmuş elli yedi-elli sekiz, hitam. Bir hayat böylece bitmiş olur. Altmışından sonra artık kemiklerin sızısı hiç geçmez. Çeker toprağı sızılar. Bütün kalp ağrıları kapatılmak istenir kabir mührüyle.
Kıbrıs’a bilet kestim yarın için. Hareket saati, 16: 45. Aslında yurdum, yüreğim ateşler içinde olmasaydı, acılar dört bir yanımı sarmasaydı, nefes alacak bir yerim olsaydı, bir an için sıcak gündemin dışına çıkabilseydim köyümde otururdum, ailemle zaman geçirirdim. Ama aylardır devam eden güncel yorumlar, kasvetli haberler bunalttı beni. Çareyi Kıbrıs’a kaçmakta buluyorum. Belki oradan başka bir yere geçerim, gider Mescidi Aksa’yı alnından öperim, kendimi ayaklarının önüne atarım.
Aylardır halkım ateşler içinde yanıyor. Cizre, Diyarbekir, Mardin, Batman halkına kan kusturuyorlar. Ölenler öldüğüyle kalıyor, öldürenler alıp başını gidiyor. Sonra göç edenler. Çocuklar gün ortasında, herkesin gözü önünde kurşunlanıyor. Cenazeler günlerce sokak ortasında kalıyor. Kimse gidip cenazeyi alamıyor. Ben cenazenin altında kalakalıyorum, kahroluyorum. Elimden hiçbir şey gelmiyor.
Geçen yazdan beri ateş üzerindeyiz. Şehirlerimizi terk ediyoruz ama hiçbir yerde emniyette değiliz. Hiçbir yer emniyet vermiyor. Sesler gizlenmiş, pusuları görüyoruz. Sözlere atılmış tuzaklardan haberdarız ama yine de elimizden bir şey gelmiyor, ölümler gelip kurbanını alıyor.
Kürt halkına hayatın değil, ölümün yolları açılmış. Gerekirse geçeceğiz elbette ölüm yollarından, daha önce geçtiğimiz gibi. Biz halkız, hep ölümle sınandık, ölümden hiç korkmadık. Hiç korkamadığımız için bugünlere gelebildik. Biliyoruz ki, hakiki hayata ölüm yolundan geçilerek varılır. Hakiki hayat, Allah’ın yarattığı bir ayet olarak kalmak, yaşamak, yoluna devam etmek.
Bu yüzyıllık bir hikaye. Bölgenin taşları yeniden döşeniyor. Kapitalistler ve piyonları yine kendine göre döşemek istiyor bu taşları Mezopotamya topraklarına. Ama Kürt halkı artık bu taşları kendi elleriyle, hür iradesiyle ve kendince döşemek istiyor bu topraklara. Kavganın asıl sebebi bu. Rabbim Müslümanlara akıl, fikir, basiret ve feraset versin. Ki böylece bütün Müslümanlar İslam sancağı altında toplanabilsin.
*
Menengiç Bazlaması
Canım menengiç bazlaması istese bil ki yolun sonuna geldim, hikayemin başladığı yerdeyim, Ak Dağlarda, göçebelerle bir, tutulmuş ruhum denklerin hizasına. Hiçbir yere gidemem, yolculuğa çıktığım yerlerde denklerimi indirip noktayı koyacağım.
Hiç geçmez kokusu menengiç bazlamasının kokusu. Bir başka ölüyorumdur, bilinsin isterim, kayda geçilsin. Çocukluğumun kanat seslerini duyuyorum menengiç bazlamasının kokusuyla bir. Yol gözükmüştür, geldiğim gibi gideceğimdir bir başkası olmadan.
Menengiç bazlaması yazısı günlerdir içimde kelimelere dökülmeyi bekliyor ama Kürtçe ile. Ben “dil makasını” değiştiremiyorum bir türlü. Yani Türkçeden Kürtçeye dönemediğim için yazıyı Türkçe yazdım ve yazı hiçte istediğim gibi çıkmadı kalemimden. Yazıyı kalbime düşüren acıyı ifade ettiğimi düşünmüyorum. Menengiç bazlamasının acısıyla kalakaldım. Acıyla vuruldum, şimdi parçalanmış imgelerle can çekişiyorum içimin her bir coğrafyasında. Türkçe ile yazamadığım yazının acısını dile getirebiliyorum ama ana dilimle asıl acıyı dile getiremiyorum.
Acıya konu olan menengiç bazlamasının hikayesi şöyle. Bundan bir ay kadar önce yakın bir komşumuz vefat etti ihtiyar yaşında. Uzun hikaye. Komşumuz vefatına yakın, tutturmuş menengiç bazlaması isterim, diye.
Geçenlerde halama sordum en son menengiç bazlamasını ne zaman yedin, diye. Otuz-kırk sene evvel yedim, dedi. Ki bu ilk çocukluğum demek, beş-altı yaşlarım, o zaman ben de yemiştim menengiç bazlaması, yanı tadını, kokusunu, hatırasını hatırlıyorum. Nedense sonradan hiç kimse yapmaz oldu menengiç bazlamasını. Sonradan menengiç kahvesine de yetiştim ama günümüzde de menengiç kahvesini içen pek yok.
Hikayemize dönersek, komşumuz kim bilir en son kaç yıl evvel menengiç bazlaması yemiştir. Muhtemelen halam gibi o da otuz-kırk sene önce yemiştir. İşte nedense ölmeye yakın, birden canı menengiç bazlaması istemiş komşumuzun. Ki öyle tahmin ediyorum ki komşumuz çocukluğunda çok yemiştir menengiç bazlamasını. Onun için bütün bir geçmiş, hatıralar, tanıdıklar, kökler ve dünya menengiç bazlaması demek. Bir bakıma komşumuz menengiç bazlaması ile hikayesinin başladığı yere ve zamanlara, 1960’lı, 1970’li yıllara dönüş yapmıştır ve bazlamayı yedikten kısa bir süre sonra da oğlunun evinde son nefesini vermiştir. Hikayenin yeryüzlü safhası hitama ermiş, ahret yurdundaki hayatı başlamıştır. Burnunda menengiç bazlaması kokusu…
*
Seyran Çayevi
Ayaklarım şehrin hiçbir yerinde durmuyor. Kendimi bir çayevine atıyorum. Çayevine bakan adam, menevişli kahve olup olmadığını soruyorum. Yok, diyor adam. Tanışıyoruz. TEDAŞ’tan emekliymiş. “Talep yok, biz de getirtmiyoruz” diye açıklama yapıyor.
Bir yandan vefat eden komşumuzun manidar isteğini düşünüyorum, bir yandan talep edilmeyen menevişli kahveyi düşünüyorum, bir yandan da yirmi sene evvelki geçmişimi. Sonra komşumuzun çocukları aklıma geliyor. Her biri bir yerde. Hayat böyle bir şey işte. Bir oğlunu geçenlerde taziyede gördüm, tanıyamadım. Bir insan bu kadar değişebilir. Yalanın yuttuğu anılar ayaklanmıştı içimde. Böyle mi olacaktım bir başkasının aynasında. Sonra arkadaşımın otuz yıl evvel annesini çağıran sesi, olduğu gibi kulaklarımda. Köye kuru üzüm satan bir çerçi gelmiş, arkadaşım en çocuk sesiyle annesini çağırıyor evlerinin arka penceresinden: “Anne! Gel çabuk eve. Bana kuru üzüm al.”
Yirmi sene öncesinden kalan hiçbir şey yok bu şehirde. Bütün bu dükkanlar, iş yerleri ve insanlar yoktu. Bir zaman sonra bunlar da gidecek, yerlerini yeni bir şeylere bırakarak. Sonra bunun adı dünya hayatı olacak. Geçip gitmek, aşina hiçbir şey olmaksızın. İşte, ben de gidiyorum.
Tam karşımda bu şehrin geçmişini ele veren eski zaman fotoğrafları. Yedi fotoğraf. Birinci fotoğraf, şehrin 1960’lı yıllardaki kuşbakışını görünümünü veriyor. Aslında bu fotoğraf, herhangi bir şehrin kuşbakışı olabilir. Yani zamanla bütün şehirler kuş bakışı bir görünüm kazanıyor, ayrıntılar kayboluyor, farklılıklar siliniyor. Her şey aynılaşıyor.
İkinci fotoğraf, bir meydan, bütün meydanlar gibi açık ve savunmasız. Meydandan geçen birkaç kişi... Kim bunlar? Ve şimdi neredeler?
Üçüncü fotoğrafta bir afiş asılmış. Muhtemelen bir yerin açılışı için ya da bir devlet büyüğüne hoş geldiniz töreni. Ne oldu? Hiçbir şey. Köklerini yitirmiş bir afiş, siyah-beyaz bir kareden arta kalan.
Dördüncü fotoğraf, bir pazaryeri… İnsanlar alışveriş yapıyor. Her karede günlük hayat telaşı gözüküyor. Değişen bir şey yok. İnsanlar geçimini sağlamak için uğraşacak bir şeyler buluyor, sonra zaman geçip gidiyor.
Beşinci fotoğraf, Eski Saray cami. Kaç sene öncesi? Yol, görünüm aynı. Taşlar yaşlanmış, yosun tutmuş, cemaatler değişmiş. Kaç cenaze kalktı bu camiden?
Altıncı fotoğraf, demirciler çarşısı. Esnaf iş başında… Dükkânlarına önüne konulmuş kocaman kazanlar, tencereler. Demirler kaldı ama demirleri kullanan insanlar geçip gitti.
Yedinci fotoğrafta iki askeri cip geçiyor. Muhtemelen 1970’li yıllar, darbeye giden yollar, karışıklıklar. Bu şehir o günleri hiç unutmadı, affetmedi.
*
Hatırlanmak ve unutulmak... Hafızası acıya takılan her daim hatırlar. Hafızasıyla acıyı ölçmeyen hayatı “deli-dolu” yaşar her daim.
Acıyı hatırlamayan gider, acıya boğulan her daim geçmişin pençesinde yaşar. Ben geride kalanım acıyla bir ve her acımda bir başka ayrılık. Sense gidersin acısız, her an bir başka rüya, bir başka hayat, bir başka düş.
Havalimanın mescidindeyim. İslam güzel şey, her yerde ve her zaman görüyorsun ve yaşıyorsun bu güzelliği. Tabii, görebilene, nasip olana... Asansörün önünde bekleyen bir adama selam verdim. Beraber mescide çıktık. Cemaat yaptık; o imam, ben cemaat. Sonra o gitti, ben kaldım. Sevabımızı aldık ama. İçimiz ferahladı. Yola çıkıyorsun ve hiç ummadığın bir yerde Rabbin sana bir güzellik yapıyor, sevapla mükâfatlandırıyor. Bu gerçekten Allah’ın bir lütfu, bir nimeti, bir rahmeti…
Dünden beri grip olduğum için halsizim, mescide uzandım sırt çantamı yastık yaparak. Bu satırları uzandığım yerden yazıyorum, aynı Kerbela yolunda olduğu gibi. Sonra fark ediyorum, ben böyle yaşamayı seviyorum. Kerbela başka bir hikâye idi, bambaşka bir yolculuk. Şimdi nereye gittiğimi biliyorum; nerede gittiğim biliniyor, her açıdan kayıt altında. Ve Kıbrıs’ta beni bekleyen akrabalarım var. Yarım kalan geçmişim orada da karşıma çıkacak. Yarım kalan doksanlı yıllara orada devam edeceğiz bir zaman için. Sonra ben bir başıma Karanlığın Kalbine yolculuk yapacağım. Hiç kimseler olmayacak, hiç kimseler bilmeyecek, hiç kimseler göremeyecek. Eksik bir tiyatro sahnesinden düşeceğim. Ellerimiz buz kesilecek metalik gece yarılarında. Kendimi Cizre yolunda bulacağım, Medrese Sor’da. Gençliğim Eyvah diyeceğim, hepte Yağmurdan Sonra. Beni anlayan olmayacak. Kelimelerim cami yokuşunda kalakalacak. Sonra dizginlerinden boşalmış bir güneş gözlerime doğacak, yazgım yarım kalacak. Yazdıklarım berhava olacak.
Beni Kıbrıs’ta neler bekliyor? Şu hasta halimle ne yapabilirim ki? Yolculuğumun son resmi, Mescidi Aksa, hala öylece duruyor yol defterimde, öylece boynu bükük, küskün, savruk. Benim yol hikâyem gibi. Dört-beş yıl önce Kudüs’e gitmeye niyetlendim ama nasip olmadı. Demek ki vakti gelmemiş. Belki de hiç vakti gelmeyecek. Takılmamak lazım, yola devam.
Yolda olmak, bir başkası olmadan, her daim Allah’a yönelmek, Allah’ın kullarıyla ama Allah’ın kullarını görmeden…
Yolda olmak, geldiğin gibi bir başına, yapayalnız, her daim sonsuzluğun ufuklarına boynunu uzatmış İbrahim peygamber kurbanlığı misali.
Yolda olmak, bir başka mahşere gözlerin açmak… Her gelen gitmek zorundadır, gerçeğine göre yaşamak, hiçbir gerekçenin arkasına saklanmadan. Ve ölmek sonra, hakikati bütünlüğüyle kucaklayarak…
Korktuğum yine başıma geldi, tam havalanmak üzereyken akşam namazı vakti girdi. 10-15 dakika kadar da rötarlı kalktık. Tam zamanında çıksaydık akşam namazını Kıbrıs’ta kılabilirdim ama şimdi öyle bir zamana denk geliyor ki akşam namazını ancak uçak havadayken kılabilirim. Allah’tan emektar seyyar seccadem yanımda... Her yeri bize mescit kılan Rabbimize hamt olsun.
Vakit girdi, son bir saat. Servis hazırlıkları var. Bir an evvel namazımı kılmalıyım, kılmadan rahat edemem.
Bu grip gerçekten tadımı, huzurumu kaçırdı. Kendimi yola veremiyorum. İçimdeki yolları takip edemiyorum. Vücudumun direnci bariz biçimde kırılmış ve ben bu insanları tanıyamıyorum. Kim bu insanlar? Ne yapıyorlar böyle? Nereye gidiyorlar? İnsan başka bir yere gitmiş olmak için yerini, yurdunu terk eder mi? O zaman pusu kurmuştur yalan yalana, şeytan insana, insan insana. Ötesi yoktur, yokluktur.