Buraya gelen herkes geçmişteki hayat bagajlarıyla geliyor
Almanya gezi notları (9)
Burada İslami havayı yakalamak gerçekten zor. Camide namazını kılıp dışarı çıkarsın, namazın uhrevi havası camide kalmıştır; dışarıdaki soğuk havada camideki uhrevi havayı yaşaman ya da devam ettirmen çok zor. Evinde Kuran okursun, Allah’ın rahmetini hissedersin. Kuran’ı kapatınca o rahmet dolu havalar yerini soğuk havalara bırakır; kendinden, her şeyden soğursun. Her yerde insansız ve imansız bir soğukluk bekler seni; nereye gideceğini bilemezsin. Böyle bir ortamda helal-harama nasıl dikkat edeceksin; çünkü dış dünyada helal-haram kriteri yok. İçinde dikkat edersin ama bir yere kadar, bilirsin ve susarsın. İyi bir insan olmak istersin, sırf Allah rızası için. Ama dışarıda insanlar iyiliği ve kötülüğü bir kenara bırakmışlar, monotona bağlamışlar bütün günlerini, hayatlarını. Robot gibi yaşayan insanlar için iyi ya da kötü olmanın ne bir karşılığı ne de bir değeri var. İyi ve kötünün ötesinde, insan ve insan olmamanın dışında bir hayat var burada. Kendi içinde yaşayıp gidiyorsun, bitiyorsun bir başına. Bildiğin Allah her yerde, seni gözetliyor, fakat bu sefer araya giren aracılar bir hayli soğuk, mesafeli, karmaşık.
*
Tezer Özlü ölümüyle misafir oluyor bana. Sen onu anlamadın, onun acısına ve hayallerine aşina değildin. Ona ağır sözler söyledin. Sustum. Çünkü karşımda Tezer’i hiç anlamayan biri vardı. O acı çekmişti hayatı boyunca, fiziksel ve ruhsal acılar; ama hayallerinden asla vazgeçmemişti. Dünya tımarhanesinde kendi gibi olmak için ne bedeller ödemesi gerekmişse ödemiştir. “Ölüm düşüncesi izliyor” beni demişti. Gece gündüz kendini öldürmeyi düşünmüştü. “İntihar etmenin, yaşamın bir nedeni yok; bir neden göremiyorum. Belki de sorun bende, her zaman olduğu gibi. Kimseyi suçlamıyorum. Çok yorgunum. Kaygımın esiriyim. Çocukluğun Soğuk Geceleri’nden kalma karanlık kaygım, hep benimle oldu, hep beni tetikledi. Yaşamak için bir neden yok” dedi ve susturdu kendini. “Başımın altında gecenin elleri tek teselli. Bir avuç hap, biraz da reçelli ekmek uzatıyorum karanlık kaygıma. Bir çırpıda yutuyor, ağzın açık kalıyor. Hayretimin ağzı açık kalıyor. Genç kızlığım küçük dilini yutacak gibi oluyor.” Kırdı yaşam kalemini, bir çırpıda.
*
İnsanlar beni rahat bırakmıyor. Onlardan bir şey istemiyorum. Çıksınlar hayatımdan. Sonsuza dek çıksınlar hayatımdan. Kafka’yı özlüyorum. Kafka’nın Milena’ya gönderdiği mektuplarda unutulmak istiyorum. Milena’ya mektuplar yazan Kafka olmak istiyorum; olmadı, insanlar buna izin vermedi. Belki de tek suçlu, sorumlu benim; içimdeki Kafka’ya ihanet ettim. Kafka gibi olsaydım Milena gibi biri çıkardı karşıma, Milena gibi birine mektuplar yazardım. Hayat, karanlık kaygımın kaynağı, süsü, oyuncağı. Ben neyden bahsediyorum ki! Asiydim hep, onların her şeyine karşı çıktım. Onların hiçbir şeyi bana hitap etmiyordu. Toplum anarşisi olup çıkmıştım. Kaygılı anarşist. Yeniden dünyaya gelseydim kaygılı anarşist olurdum, kesin. Başımı gecenin kollarına indiriyorum. Ölmek ve unutulmak istiyorum, hiç yaşamamış gibi. Karanlık kaygım beni alıp götürecek, sonsuzluğun hiç kıyılarına bırakacak. Beni sen doğurmadın anne. Sen ölümümü dünyaya getirdin. Karanlık kaygılı bir ölüm. Mutlu musun anne, mutlu muydun gerçekten?
*
12 yıl önce de şarkını dinlemiştim buralarda. O zamanlar uzaktın, şimdi imkansız. 12 yıllık uzaklık ve imkansızlık arasında kaç tane yüzsüz, kayıtsız sonsuzluk var, bilemezsin. Önemi de yok. Kağıttan gemim çürüdü mektup taşının altında. Deniz suyu çürütür her şeyi. Suyun derinliğiyle, karanlığıyla, ömrüyle oynamazsın, yarışmazsın. Kağıttan gemimden hiç iz kalmamıştır, sadece acısı kaldı yüreğimde. Denizi her gördüğümde, şarkını her duyduğumda depreşen bir acı, kanayan bir yara. Buydu hepsi.
“Şirin canımı pay ettiler, parçaladılar.”
Duyuyor musun? İniltilerim sabır taşını çatlattı. Kalbimi tanıyamıyorum. Ellerinle yerine koyduğun kalbimi yerinde tutamıyorum; hiçbir şeyi anlamıyorum. Gündüzleri et parçası, geceleri taş olan kalbim, beni çaresizliğin kapısının önünde bırakıyor. 12 yıl öncesine dönmek istediğimde içimdeki uzak yol göçebeleri yollarını kaybediyorlar, acım derinleşiyor, yaralarım dikiş atıyor; geçmişe geri dönememenin acısı bütün varlığımı ele geçiriyor. Dönecek yer kalmadı zaten. Et ve taştan ibaret kalbimi taşıyamıyorum. Şarkıların ve şiirlerin tutmuyor kalbimi göğüs kafesimde. Sonunu hiç bu kadar arzular olmamıştı garip hikayem.
*
Cemal Süreya gibi “Biliyorum Sana Giden Yollar Kapalı” ben kendi içimde mahpusum. Beni gerçekten sevmiş olsaydın gelirdin ve çıkarırdın beni içimdeki mahpushaneden. Senin sevgi aramızdaki uçurumların ortaya çıkış sebebi oldu. Uçurum uçurum büyüyen bir sevgi, ölüm değil de nedir ki! Olmuyor ve uzaktın, imkansızdın. Bir yol dahi kalmadı kalplerimizin arasında. Bitti yollar, başladı sonu olmayan başlangıçlar. Bir yere çıkamıyordum, bir yere varamıyordum, bir yerde duramıyordum. Hep eksiktim, hep dışarıdaydım. Sokak köpeklerinden bir farkım kalmamıştı. Bir orada, bir burada ya da neresi olursa olsun. Zamanı öldürecek bir şeyler arıyordum, bulamıyordum. Bütün kapılar üzerime kapanmıştı. Yolsuz kalmıştım. İçimdeki kuduz köpek rahat vermiyordu, zehirli dişlerini geçiriyordu içimin en senli yerlerine. Bu beni daha da yolsuz kılıyordu. İçeriden çıkamayacaktım, içimdeki kuduz köpeklerle ölecektim. Kuduz köpekler gibi ölecektim, bir yol kenarında. Yol, ama benim olmayan bir yol, herkese ait ya da herkese giden bir yol.
*
Senin şarkını dinliyorum kardeşim. Semyan Adar’ın Ez Digrîm (Ben Ağlıyorum) şarkısı. İstanbul sokaklarında az dinlememiştim bu şarkıyı. Tam 13 yıl evvel. Zaman su gibi akıp gitmiş. Sen gidiyordun ve ben uzaktan bakıp ağlıyordum kendi içimde. Bir çatının altında kalmak mümkün değildi. Hepimiz farklı çatıların altında bulmuştuk kendimizi; göz göre göre birbirimizi yitirmiştik birbirimizin uzağında. Zaman geçtikçe bizler çatılarımızın altında küçüldük, ufaldık, azaldık. Çatılar birbirinden uzaklaştıkça çatıların arasına onulmaz ve görünmez mesafeler girdi. Kim tanıyabilir bir başkasının çatısını? Kim yaklaştırabilir çatılarımızı birbirine? En yakınımdakinin çatısını ziyaret ediyorum. Kimse yok evde. Belki çatı sahibi de nereye gittiğini, nerede olduğunu bilmiyor. Hayat çatıları birbirinden uzaklaştırma oyununu oynamış bize de bundan haberimiz olmamış. Çatısı ebe olan, gözlerini açtığında oyun yerinde diğer çatıları göremiyordu. Farkında olmadan çatı kaybettirme yarışına girmiştik, en çok çatı kaybettiren en iyi oyuncu oluyordu.
*
Malatya Akçadağlı Samet, 1971 doğumlu; 1983’te buralara gelmiş. Babası 1970’te buraya gelmiş, sonra da onu aldırmış. Gel gör ki ellisinden sonra boşanmış Samet. Üç yıllık ağır, yıpratıcı mahkeme sürecinden sonra boşanmış. Nedenini soruyorum. Tek kelimeyle “saygı” diyor. “Evlilik önce saygıya, sonra da sevgiye dayanıyor; hayattaki her şeyde olduğu gibi. Saygı olmayınca evlilik yürümez. Biz birbirimize olan saygımızı yitirdik, daha doğrusu eşim bana saygı duymuyordu artık. Saygı karşısındaki insanın görüşlerine, düşüncelerine, hislerine değer vermektir. Evlilik binasını ayakta tutan saygı kolonlarıdır. Kolonlar kırıldı mı sevgi daireleri havada kalır, yere çakılır. Bizim evliliğin kolonları yıkıldı, ikimiz de altında kaldık.”
Daha gelir gelmez dikkatimi çekmişti boşanmaların çokluğu. Burada boşanma çok. Eşler birbirini rahat aldatıyor. Boşanmaların haddi hesabı yok. Kim kimseye tahammül edemiyor, kimse rahatlığından taviz vermek istemiyor. Evli çok, bekar ve boşanmış çok fazla.
*
Kayserili Metin benim doğduğum sene gelmiş, 1978; 44-45 yıldır burada. Onu da babası almış yanına. Zengin. Kayseri’de, Didim’de ve başka yerlerde mal ve mülkü var. “Babam öldükten sonra memlekete gidesim kalmadı.” Nedenini soruyorum. “Babam evimizin direğiydi, otoritesiydi. O ölünce ailemizin direği kırıldı, hepimiz bir yerlere savrulduk. Eskiden bütün kardeşler baba ocağına giderdik, baba ocağına sığardık. Şimdi gidesim yok, her kardeşten ayrı bir ses çıkıyor, her kardeş ayrı bir baş çekiyor. Dayanamadım, Didim’de ev aldım. Annemi soracak olursan o yaşıyor ama kendi halinde, hep öyleydi zaten.”
Anlıyorum ki baba ocağının ayrı bir yeri varmış. Hangi ebeveyn daha çok sorumluluk alırsa otoriter olan, sözü geçen, evi çekip çeviren o oluyormuş.
*
Adem ve Mürsel iki arkadaş. Adem bir sene önce, Mürsel altı ay önce gelmiş buralara. Almanya’ya iltica etmişler; mahkemeleri devam ediyor. Adem BESYO öğrencisiymiş, okulu bırakmış gelmiş. Adem: “Antrenörlük okumak istedim, o esnada yurt dışına çıkmak bir durum ortaya çıktı. Ben de tercihimi Avrupa’ya gitmekten yana yaptım. Antrenörlüğü kazansaydım gelmezdim ama.” Pişman olup olmadığını soruyorum. “Hayır, kesinlikle. Türkiye’de gelecek yok. Ben Türkiye’de kendi geleceğimi göremedim.”
Mürsel sanayide çalışıyormuş. Şebekeye yedi bin Euro vermiş, gelmiş. Mürsel: “Sevmiyorum buraları, geldiğime pişmanım. Keşke gelmeseydim, demediğim bir günüm yok.”
İkisi de yirmili yaşlarında. Adem hayata umutlu bakıyor, gözlerindeki ışıltı hemen hissediliyor; Mürsel her şeyden umudunu kesmiş, gözlerinde ışıltısının zerresi yok. Neden ikisinin bakış açısı bu kadar farklı? Tek sebep Adem’in okul okumuş olması, Mürsel’e göre biraz daha bilinçli olması mı? Sanmıyorum. Kanımca buraya gelen herkes geçmişteki hayat bagajlarıyla geliyor. Herkes geçmişiyle buraya geliyor, geçmişiyle bir şeyler yapıyor. Geçmişi iyi ve olumlu olanlar hayata tutunuyorlar, mücadelelerine devam ediyorlar; geçmişinde kötü olaylar ve olumsuzluk çok olanlar aynı yılgınlığı burada da devam ettiriyor. Adem Türkiye’de kalsaydı da başarırdı. Zaten diyor, antrenörlüğü kazansaydım gelmezdim. Mürsel’inki sadece bir kaçış, zamana, kendine ve yakınlarına oynamak. Mürsel camları kırılmış siyah gözlükleriyle baktı hep hayata; ama Adem’in gözlerinde gözlük olmadı hiç, hep kendi gözleriyle baktı. Adem ne kadar doğal ve samimiyse, Mürsel de bir o kadar karmaşık ve yılgın.
(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)