Almanya’nın havasında cennet düşleri görmek zor

Almanya Gezi Notları (8)

Kulak misafiri oluyorum çocuklu ebeveynlere. Herkes çocuğundan şikayetçi. Nesil farkının olması normal. Burada gördüğüm: Nesil farkı değil, nesillerin birbirinden kopuşu. Ebeveynler ile çocuklar birbirinden kopmuş, istekler birbirinden tamamen ayrışmış. Anne anlatıyor: “13-14 yaşlarındaki kızımla dağ başındaki bir kiliseyi görmeye gittik. Kızım tutturdu oraya çıkmam, diye. Ben onun vizyon sahibi olmasını istiyorum; ama o başka şeyler istiyor, elinden telefon, tablet düşmüyor.”

Bir başka anne anlatıyor: “Müze gezmek istedim, çocuğum hiç oralı olmadı, müze de neymiş, deyip burun kıvırdı.”

Vizyon ve kültür sahibi olmak, 20. yüzyılın gerçekleri. 21. yüzyılın gerçeği ise teknoloji ve rahatlık. Kimse rahatlığını bozmak istemiyor, herkes oturduğu yerde teknolojiye gömülüyor. İnsanlar istiyor ki teknoloji ile her şey ayaklarına gelsin, oturduğu yerde vizyon ve kültür sahibi olsun, oturduğu yerde bilgi ve belge sahibi olunsun. 21. yüzyıl mutlak hareketsizlik çağı; beden ve ruh bir kenarda bırakılıp tamamen beyindeki sanal gerçekliğe yönelmiş vaziyette. Hayırlı bir şey çıkar mı bundan? Sanmıyorum; çünkü hela-haram gibi ayrımlar, kul hakkı gibi gerçekler başta olmak üzere hiçbir şey gözetilmiyor, hiçbir şeye dikkat edilmiyor beyindeki sanal gerçeklikte.

*

Dükkana kılık kıyafeti değişik, yaşlı bir kadın girdi; yanında orta yaşlarında genç bir bayan. Zahır’a “bunlar hangi milletten?” diye soruyorum, Kürtçe. “Bunlar Eritreli. Bunlardan çok var burada.” Nedenini soruyorum. Şöyle cevap veriyor: “Devlet başkanları Isaias Afwerki’nin diktatörlüğünden kaçıyorlar.” Yaşlı kadına baktım, geleneksel Eritre elbiseleri var üzerinde. Belliydi ki yanındaki orta yaşlı genç bayan kızıydı. Afwerki 1993’ten beri Eritre’yi yönetiyor, tam 30 yıl olmuş; bir diktatörlük için çok uzun bir zaman. Onun zulmüne, baskısına boyun eğmeyenler soluğu dışarıda alıyor. Çok şaşırdım. Dünyanın her yerinde insanlar özgür ve namusuyla yaşamak için ağır bedeller ödemeye devam ediyorlar. Nasıl ki Saddam’ın, Kaddafi’nin sonu geldiyse elbette bir gün Afwerki ve onun gibilerin de sonu gelecektir. Zulüm devamlı olamaz, zalim hep muktedir olamaz. 1946 doğumlu Afwerki, 77 yaşında. Bu yaşından sonra ölüm korkusu ona yeter.

*

Duran, Erzurumlu; 35-40 yaşlarında. Hoş bir insan. Uzun yıllardır burada. Hikayesini şöyle anlatıyor: “Dönerci adama dikkat edeceksin. Her gün para al-ver, bir zaman sonra paracı biri olup çıkıyorsun. Sosyal hayatın olmuyor. Beş yıl önce bir olay yaşadım. Bir müşteri vardı, tartıştık. Çok sinirlenmiştim. Bıçağa davrandım o sinirle. Hayatımın en büyük hatasını yaptığımı nereden bilecektim. Sadece bıçak çekmiştim müşteriye. Polisler geldi. Dört yıl hapis yattım. Hapis hayatımı anlatırsam roman olur; rezilliğin her türlüsünü yaşadım. Dört yıllık süreçte 60 bin Euro masrafım oldu. Maddi ve manevi olarak çöktüm hapishanede. Dersimi aldım ama bana çok pahalıya mal oldu. Artık sinirlerime hakimim, tabir caizse sinirlerimi aldırdım; sinirsiz, sakin, zararsız bir adamım. Bu çok da doğru değil ama ne yapayım, burada böyle. Hayat imtihanı devam ediyor. Amca kızımla evliyim, bunun çok avantajı oldu; öte yandan akraba evliğinden dolayı çocuklarımın yüzlerinde bir tuhaflık var. Bunu kimseye de söyletmesem de biliyorum.”

*

Yeğenlerim eve yatıya geliyorlar; anılar kapıda, tetikte bekliyorlar. Kapıyı açıp anıları içeriye alıyorum. Ben dışarıdayım yine, herkese ve her şeye dışarıdan bakıyorum. Oysa zamana ve mekana bir temas var: İnsan sözüyle dönüyor. Biliyorum bu ülke filozoflar mezarlığı. Bu ülkenin kapalı havası filozofların içini karartmış. Almanya’nın havasında cennet düşleri görmek zor. Sadece cennet düşleri hakkında konuşabilirsin, yazabilirsin; ötesine geçemezsin. Ben de burada anılara bekçilik yapıyorum; yaşamıyorum, sadece gözlemiyorum, şahitlik yapıyorum. Anılarımın filozofların mezarlığına düşmesini istemiyorum. Zaman ve mekan anılarımın üzerine çöküyor, ben altında kalakalıyorum. Niçin buradayım? Gerçekten buralarda mı olmam gerekiyor? Sesler duyuyorum, anıların sesleri geliyor kulaklarıma. Ben iç dünyama çekiliyorum, şahitliğimi tam yapmak için. Sonuçta insanım zaman ve mekanla kaim. Filozoflar mezarlığında yer almak istemiyorum. Ben her zaman için görüşleri yaşayan bir insan olmak istiyorum.

*

Berivan Zilzal ile sakin ve usul usul akan derenin kenarına oturmuşum, hikayeme kulak veriyorum. Dere yatağı konuşuyor Berivan Zilzal’ın dilinden, ben dinliyorum bir başıma. Elimde açılmamış defterler, sorulmamış hesaplar, ağır sorgulamalar.

“Hikayem günahkar bir kitap gibi gökten düşüyor bu akşam” tam da önüme, dizlerimin dibine. Ben susuyorum, elimden bir şey gelmiyor; çaresizlik dağının zirvesinde bir başımayım. Hikayem benden bağımsız, benden öte; tamamen yeni ve özgür. Benzersizlik… “Yaşam küsüyor bana, kendisine, bize.” Bir şey diyemiyorum yaşama. Diyecek bir şey bulamıyorum. Yorgunluk asırlık bir elbise olmuş yapışmış üzerime; çıkarmak, ondan kurtulmak mümkün değil. Yaşam bildiğini okuyor, dinlemiyor beni.

“Gamımız senin gözlerindeki derede yıkadığım zamanlar yaşam küstü, küstü yaşam…” Aynı dere yatağının kenarındayım, kimseler yok. Sadece yalnızlığım, kimsesizliğim var. Gözlerindeki dere kurudu sen olmayınca, sözlerinin ardı arkası kesilince. Gamımda boğuluyorum, bir başıma ölüyorum. Gelirsen hikayemi gözlerindeki kurumuş dere yatağında bitireceğim, gamıma bir başka isim vereceğim. Biliyorum ama gelmeyecek; her şey yarım kalacak, bu şiir gibi, kurumuş dere yatağı gibi.

*

Yağmur sesi türkü sesine, çan sesi karga sesine karışıyor. Şehrin gürültüsü yok, sanki hiç kimseler yaşamıyor buralarda. Arada ıslak yollarda giden arabaların sesleri duyuluyor. İnsan ve iman sesi yok. İnsan suskun, insan yok denecek kadar az. Sarı gelin seslerin içinden çıkıp geliyor, yoldaş oluyor bana. Onu Saro romanında tutmak istiyorum. Durmuyor, hesap soruyor. Gün ışığına kavuşmanın, okurlarımla buluşma vakti gelmedi mi? Susuyorum, ne cevap vereceğimi bilemiyorum. Oysa o eski hüzün olduğu gibi göz bebeklerimde, kesik kesik yükseliyor sızısı. Kardeşimi tekrar yitiriyorum, olacakların önüne geçemememin acizliğini bilmenin ağırlığı altında eziliyorum. Şiirler, türküler ve romanlar birbirinde susuyor; varlığım ezildikçe eziliyor. Yağmur sesi canımı acıtıyor; hüzün, atlarımın ayaklarına kelepçe oluyor. Gam kuşları yüreğimde konacak dal arıyorlar ama kargalar onlara izin vermiyorlar. Saro diyorum, neden sesin bu kadar yorgun ve yaşlı? Saro sesini yorgun ve yaşlı kılan belleğim mi yoksa? Belleğimi tanıyamıyorum; belleğim beni tanımıyor Saro.

*

Zorlama yazı yazılmıyor. Zorlama yazı kabak tadı veriyor. Zorla yazı tohumu ekemezsin, kartından yakalayacağın yazı damarlarıyla bir yere kadar gidersin, uyduruk yazı dallarıyla meramını ifade edemezsin. Küçük ya da büyük bir yazı dalgası olmazı lazım. İçten gelen psikolojik ruh halleriyle ya da dıştan ilginç ve özgün tasvirlerle sürükleyen bir yazı. Ustalıkla rüzgara bağlı dalgayı yakalayıp yazı tahtasına atlamak işten değildir. Esas olan hep rüzgarı, suyu, gelecek dalgayı gözetlemektir ayaklarının altındaki yazı tahtasıyla. Hep tetikte olacaksın, rüzgarın ne zaman çıkacağını bilemezsin. Sezgilerini tecrübelerinle birleştirdiğinde usta işi sörf yazılarına imza atmak çocuk oyuncağı gibi olur. Yazı tahtasına istediğin gibi kurulursun ve dalgalara bırakırsın kendini. Suyun tadını çıkarsın mükemmel yazılarla. Yazılar su gibi akar, dalga dalga, efil efil, ılık ılık. Yazı yorgunluğu, bezginliği, dikkatsizliği affetmez. Yorgunların, bezginlerin ve dikkatsizlerin yeri dalgaların altıdır. Bu gibiler dalga altı olmaya mahkumdurlar. Azimli ve sebatkarlar hece dalgalarından harf denizlerine, harf denizlerinden cümle okyanuslara, cümle okyanuslardan kitaplı ötelere geçerler.

 

(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)