Kafasındaki manastıra gömdü her şeyini

Almanya gezi notları (21)

İnsan özellikle belli bir yaştan sonra okuduğu romanlardan etkileniyorsa, bunu sadece romanın iyi olmasıyla açıklayamayız; aynı zamanda yaşadıklarımızla romanın birbiriyle örtüşmesiyle de açıklayabiliriz. Roman ne kadar iyi yazılmış olursa olsun eğer bizde onu anlayacak tecrübe (yaşantı; anlayış) yoksa biz onu zevkle okuyamayız. Bu da gençliğimizde neden macera romanlarını sevdiğimizi açıklıyor. Gençken merakımızı celp eden adrenalini yüksek macera, aksiyon romanlarını severiz; düşünce ve derin konular geri plandadır. Yetişkinlikte artık ayaklarımız yere basıyordur, duygu ve düşünceyle yazılmış ağır, tasvirli, detaylı romanlar ilgimizi çekiyordur. Savaş ve barış, Buddenbrooklar, Karamazof Kardeşler, Ulysses vs. gibi hacimli, derin ve ağır romanları zevkle okuman içinse her açıdan insan olmak, insanı yaşamak, insana açılmış olmak gerekir. Yaşantısı zengin olmayan ne hacimli romanlar yazabilir ne de bunları zevkle okuyabilir.

*

Allah her insanı bir sır, bir yetenek ile yaratmıştır; sırsız, yeteneksiz insan yoktur. Yola çıkmak içimizdeki sırrı keşfetmek, yeteneği ortaya çıkarmaktır. Cesur olmalıyız ve her halükarda her şeyi ve her kesi geride bırakıp yola çıkmalıyız. Cesur insanlar sırlarını bulurlar, yeteneklerini ortaya çıkarırlar. Cesur ve güçlü insanlar yeni başlangıçların kapısını aralarlar. Alışkanların kölesi olanlar, nefsinin elinde oyuncak olanlar, korkularının esiri olanlar yola çıkamazlar, her zaman için bir bahane bulup asıl yolculuklarına çıkmayı ertelerler. Oysa ölmeden önce insanın sırrını keşfedip yeteneğini ortaya çıkarması gerekir. Sonsuzluğun iki yüzü vardır: Aydınlık ve karanlık. Sırrını keşfedip yeteneğini ortaya çıkaran cesur ve güçlü insanlar, sonsuzluğun aydınlık yüzüne çıkarlar buralarda ve ötelerde yaptıkları bütün yolculuklarda; tam tersine olanlar, yani sırrını keşfedemeyip, yeteneğini ortaya çıkaramayan korkak ve güçsüzler sonsuzluğun karanlık yüzünde dururlar buralarda ve ötelerde.

*

Saat sabahın yedisi ve ben geceden beri Fatih Buhara Benzek’in “Mehlika” şiirini dinliyorum.

“Bir ses daha duymaya tahammülüm yok bu aralar…” Anlıyor musun Mehlika! Biliyorum ama anlayamazsın; çünkü sen hep giden oldun benden, ben kalan oldum sende; gitmelerimiz ve kalmalarımız birbirine yakışmıyor, gitmelerimiz ve kalmalarımız birbirini tamamlamıyor.

“Gözlerinle ördün gönlüme hasret ağlarını ne ben çözebildim ne sen çözdün sırlarını…” Rüyalarımız birbirine yabancı düştü, artık rüyalardaki birbirimizi tanıyamayız Mehlika; çünkü başkalarının hayatlarını yaşıyoruz inzivamızda, başkalarının düşlerini çürütüyoruz gözbebeklerimizde, başkalarının yollarını yürüyoruz ayaklarımızla, başkalarının gözyaşlarını döküyoruz avuçlarımıza. Bilmedik Mehlika: Yaşamak ağrısı çürütürmüş aşk acısını, hayat yolunda kavuşamayan aşklar rüyalarda da birbirini yitirirmiş.

“Söylemiştim daha önce sağlam kaleler içerisinde değilim…” Bir bir düştü umut bağladığım kaleler. Yaşamın ortasında savunmasız kaldım Mehlika. Yeni kaleler inşa et başımın üzerinde ya da gel bitir bu şiiri. Tahammülüm kalmadı Mehlika.

“İsterim ki senin gözlerinden göreyim hayatı…” Nasıl bakardın sahi, yaşama ve ölüme? Nasıl ağlardın annene ve ablana? Gözyaşlarının sıcaklığını unuttum Mehlika. Burada kaldım, sonsuzluğa uzanamıyorum. Gözlerin benimle sonsuzluk arasında büyülü köprüydü. Sen gittin büyülü köprü taş yığınlarına dönüştü Mehlika. Sen gittin, unuttum gözlerinin rengini. Sen gittin, kalakaldım buralarda sonsuzluğun cesetleriyle, sonsuz ölümlerle. Seni yaşayamıyorum Mehlika.

“Artık yokuşları çıkamıyorum…” Tahtsız, bahtsız sultanım. Olmadı; ne şiirlerde bir araya gelebildik ne rüyalarda kavuştuk ne de hayatın kıyısında. Yazıktık Mehlika. Ayrılığın her çeşidine yazıldık, başkalarının mısralarına kaldık.

*

O adamı yazmasam olmaz. Tübingen’e gitmek niyetiyle dışarı çıktık. Her zaman ki güzergahımızdan gittik. O adam yine balkonda oturuyordu. Bugün cumartesi olduğu için arka balkona çıkmıştı. Hafta içi öğleden sonra balkonda oturuyordu. Evli barklı adam; düzenin normal bir örneği. Adam ya işte ya da balkonda. Bu sefer içeriden bir kadın sesi duyduk; evli olduğu anlaşılmıştı. Bir insanın yaşam alanı bu kadar sınırlı, belli ve görünür olabilir. İş ve balkon arasında gidip gelen bir adam. Bu adam hayatı hiç sorguluyor mu? Sorgulamak, düşünmek ya da farklı bir etkinlik için zamanı oluyor mu? Sene de bir kere tatil yapıyordur belki. Onun dışında yaşam alanı belli. Bu düzen içinde hayat nehrinden kopmuş küçük bir damla onunkisi. Damlanın akıbeti bellidir eğer nehrine kavuşmasa. Ne pahasına olursa olsun hayat nehrinden kopmamak lazım, Hayat nehrinde olursak en azından akışın içinde olduğumuz için bir şansımız var; ama balkona düşmüş bir damla kurumaya mahkumdur.

*

Ne kadar çok yakıt olacak beden var. Ölümü düşüncesi bedenle başlıyor bedende bitiyor. Sürekli ertelenen bir ölüm gerçeği var; çoğu insan anı yaşayıp bitiriyor beden dairesinde. Ruh nerede? Ruhu bilen, ruha göre yaşayan, ruhtan sonsuzluğa açılan kaç kişi var?

Epikuros hedonist felsefesiyle karşımıza çıkıyor: Ben varım, ölüm yok; ölüm varsa ben yokum. Kendini kandırmak için uydurulmuş bir söz, dahası bilinçli olsun bilinçsiz olsun, insanların çoğu bu felsefeye göre yaşıyor. Ölümü hayatın içinden çıkarmışlar. Kendilerince ölümden arınmış bir hayat yaşıyorlar. Aklıma İrvin Yalom’un Nietzsche Ağladığında kitabı geliyor. Anı yaşa, geçmişi ve geleceği olmayan bir an’ı yaşamak ne anlam ifade eder. Anlamsız. An’ı geçmişinden ve geleceğinden koparamazsın; burada bunu yapıyorlar. Bu bir yaşam felsefesi olmuş. Bedenler görünmez ateşlerle yanıyor. Çoğu bedenini ateşte yaktırıyor; sonra külünü ya bir kavanozda muhafaza ediyor ya da havaya savuruyor. Şunu da belirtmek lazım: Mezarlar 25-30 seneliğine kiralanıyor, süre bitince yeniden kiralamak lazım. Sen ölünce senden sonra kim, bunu hangi parayla yapacak. Büyük soru/n?

*

Ukrayna Herson şehrinde oturan Roman ile tanıştım. Roman Türk ismi değil, Ukraynalı bir doktorun ismi. Roman geçen yıl buraya gelmiş ailesiyle. Roman, Ahıska Türklerinden. Annesi babası vakti zamanında Gürcistan’dan Herson’a göç etmişler. Roman doğma büyüme Hersonlu. Savaşı sordum Roman’a. Şöyle dedi: ABD Ukrayna’da NATO üssü kurmak istediği için Rusya Ukrayna’ya saldırdı. Gerçekte savaşı başlatan, savaşın sorumlusu ABD. Rusya’nın hatası, halkla savaşması. Ruslar Ukrayna askerlerini değil, halkı hedef alıyor. Savaşın akıbeti hiç belli değil; çünkü Ukrayna çok geniş bir coğrafya demek, savaş bu geniş coğrafyaya yayılmış durumda. 

*

Tübingen’de Hölderlin’in mezarını ziyaret etmek gibi bir niyetim vardı evden çıkarken ama oraya da gitmek nasip olmadı. Tramvay bekle, değiştir; çok yorucu. Gitmedik Tübingen’e, Nürtingen’de kaldık. Hölderlin’i şiirlerinden tanırım, okurum. Onun içindeki insan sevgisine hayran kalmıştım. Hölderlin hakikati aradı; uzak ve belirsiz bir hakikat kırıntısının peşinden gitti ömrü boyunca. Yalnız doğdu, yalnız yaşadı ve yalnız öldü. Trajik hayatı ve delice kaçışları hep ilgimi çekti. Kimse onu bir yerde tutamadı. Onun içinde başka sonsuzluklar vardı, kaçışlara kulak verdi her daim. Baştan sona bir trajediydi hayatı; ama sahipsiz, kayıtsız, kimsesiz, tarihsiz, çağsız, yazgısız. Aşkı bulur gibi oldu, kayboldu aşkla beraber, kaybetti aşkla beraber her şeyini, başta da aklını. Sonra kafasındaki manastıra gömdü hayatını, hayallerini, yaptıklarını ve yapamadıklarını, kısacası her şeyini. Tübingen’de sadece onun çürümüş kemikleri var. Tarih sadece bunu yazıyor.

*

Dükkandayım ve Apo’nun yerine gelen Fırat’ın hikayesine şahitlik yapıyorum. Çok trajik bir hikaye. Fırat’ın yaptığı pizza şu anda önümüzde duruyor. Fırat’ın yaptığı pizzanın ortası yok; fırında yandı, kaldı ortası. Fırat işi bilmiyor daha. İki ay başka bir yerde çalıştım diyor ama işi kavramadığı belli. Apo’dan sonra Fırat’ın gelmesi, iş yeri açısından çok fena.

Fırat 18 yaşında. Geçen sene kaçak yollardan gelmiş Almanya’ya. Doğma büyüme Adana’lı. Annesi Kızıltepeli, babası Ömerlili. Kan davalılar; geçen sene annesinin iki kuzenini öldürmüşler. Alman devleti kan davasından dolayı Fırat’a hemen oturum vermiş, birkaç ay sürmüş mahkemesi.

10-15 dakika içinde Fırat yedi ekmek yaktı, bir pizzayı da harcadı; hep unutuyor, hiç dikkatli, atik değil.

*

Bugünün şiiri Ahmet Erhan’ın Oğul şiiri ile Yusuf Hayaloğlu’nun Kaçak ve Anne” şiiri ki Ahmet Kaya tarafından şarkı olarak söylenen meşhur bir şiirdir ikincisi. Doğrusu Kaçak ve Anne’nin gölgesinde şiire yasladım kendimi ve dinledim; çünkü iki şiir de birbirine çok benziyor. İkisin de anne ve evlat var. Yusuf Hayaloğlu’nun Kaçak ve Annesi “Uçtum ateş üstüne/Dağlansın diye sızım/Sorma halim ne olur/Yoruldum anlamsızım” dörtlüğüyle başlıyorum. Ahmet Erhan’ın Oğul’u ise şu dörtlükle başlıyor: “Anne ben geldim, üstüm başım/Uzak yolların tozlarıyla perişan/Çoktan paralandı ördüğün kazak/Üzerinde yeşil nakışlar olan.”

Bundan sonrası ilginç, “kaçak-oğul” iki şiirde karşımıza çıkıyor: Y. Hayaloğlu’nda “vefasız, A. Erhan’ın şiirinde ise “şiirler çırpıştıran bi adam” olarak.

Ben ise her defasında Kaçak Oğul oluyordum, annem de yolumu bekleyen gariban. Şiirleri yeniden, yeniden yaşıyordum; kahroluyordum ama haksızlığın, zulmün her türlüsüne karşı çıkıyordum. Onursuzca yaşamaktansa onuruyla ölmeyi tercih ediyordum her defasında. Bütün zulümleri, haksızlıkları canımda hissediyordum ama elimden bir şey gelmiyordu. Acizliğim ve çaresizliğim beni yoruyordu ve her yolculukta biraz daha yılgınlığa kapılıyordum; çünkü zalimler birbirini tutuyordu ama mazlumların hiçbir şeyden haberi yoktu. Anlıyordum: Asıl zulüm mazlumun kendisine yapılan zulmün farkında olmamasıdır.

Dünya değişmişti ama ben farkında değildim, belki de farkında olmak istemiyordum; şiirlerle, şarkılarla kendi kabuğuma çekilmiştim. Kendime acımak vicdanımı rahatlatıyordu, kabuğuma çekilmek için bana yeni bahaneler sunuyordu. Oysa şairlerim fazlasıyla yalnızdı ve Ahmet Kaya sürgünde ölmüştü. Gerçekler daha acımasız biçimde karşıma çıkıp benden hesap soruyorlardı.

Başımı dizlerine koyup uyusaydım, belki hayata yeniden başlayabilirdim. Anne! Dizlerin hani, nereden dizlerin anne! Bağışla kaçak oğlunu anne.

 

(Yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Rûdaw Medya Grubu'nun kurumsal bakış açısıyla örtüşebilir ya da örtüşmeyebilir.)