Lübnan'a sıçrayan savaş bölgeyi ve Kürtleri nasıl etkiler?

14-10-2024
Necmi Orta @necmi_orta6565
Etiketler Gazeteci İdris Okuducu Rûdaw Türkçe İsrail Lübnan Beyrut Havalimanı Hamas
A+ A-

İstanbul (Rûdaw) – Gazeteci İdris Okuducu İsrail-Hamas çatışmalarında yaşanan son gelişmelere ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Okuducu, İran’ın Ortadoğu’da güç kaybetmesi durumunda Kürtlerin güç kazanmasından Türkiye’nin harekete geçebileceğini öngördüğünü ifade ederek, “Türkiye şu anda bir "bekle-gör" politikası izliyor. Eğer Kürtlerin statüsü güçlenirse, Türkiye'nin nasıl hareket edeceği ve hangi kartları kullanacağı önemli bir soru olarak karşımıza çıkıyor” dedi.

Lübnan’da uzun yıllar hem saha da hem de savaş cephelerinde gazetecilik yapan İdris Okuducu, İsrail ile Hamas arasında yaşanan çatışmaların üzerinden bir yıl geçmesini ve savaşın iki eksenindeki güçler üzerindeki etkisini değerlendirdi.

Okuducu, “Bu çatışmalar aslında yeni patlak veren bir durumdan kaynaklanmıyor. Uzun yıllardır süregelen bir çatışma döngüsü söz konusu. Aktörler zaman zaman değişse de, sonuç itibariyle özellikle İsrail'in kuzeyi, Lübnan'ın güneyi ve Kürdistan’dan İran sınırına kadar uzanan bölgede bir dizi çatışma, özellikle son yıllarda devam ediyor. Geçtiğimiz bir yıla baktığımızda, 7 Ekim 2023'te Hamas'ın İsrail'e yönelik tüm askeri kırmızı çizgileri ve angajmanları ortadan kaldıran bir saldırısı gerçekleşti. İlk bakışta, bu gelişmenin ardından geçen ilk bir hafta ya da ilk üç ayda İsrail'in ne askeri ne de psikolojik üstünlüğü bulunmuyordu. İsrail'in dünyaya yansıttığı güçlü istihbarat ve teknolojiye sahip ordusunda ciddi bir zafiyet olduğu tartışmasını başlatmış, hatta İsrail devletinin varlığı bile sorgulanır hale gelmişti. 1948'den bu yana ilk defa, İsrail'in kuzeyindeki yerleşim birimleri tahliye edilmişti” dedi.

Rûdaw Türkçe Editörü Necmi Orta’nın sorunlarını yanıtlayan Gazeteci İdris Okuducu şunları söyledi:

“Çatışma, Hamas'ın askeri kanadının İsrail'e yönelik saldırısıyla başladı. Ardından, Lübnan'ın güneyi ve İsrail'in kuzeyinde önemli gelişmeler yaşandı. 1980'lerden bu yana Lübnan'da siyasi sahada yer alan, İran destekli ve Ortadoğu'nun en güçlü askeri örgütlerinden biri olan Hizbullah da bu savaşa dahil oldu. Hizbullah’ın bu hamlesinin ardında, Arap dünyasında bozulan imajını yeniden kazanmak ve Filistin davasının asıl temsilcisi olduğunu vurgulamak gibi farklı hesaplar vardı. Ayrıca Lübnan'ın içinden geçtiği ekonomik ve siyasi krizde güçlü bir aktör olarak konumlanma çabası da bulunuyordu.

Ancak, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, İsrail’in ne kadar ileri gidebileceğini öngöremedi. İsrail, uluslararası toplum ve ABD'nin desteğini almadan doğrudan İran’ın kalbine, Tahran’da Hamas’ın liderlerinden İsmail Haniye'yi öldürdü. Ardından, son üç ay içinde Lübnan'daki Hizbullah liderlerini ve askeri komutanlarını da hedef alarak tasfiye etti. Bu gelişmeler, Hizbullah’ın 40 yıllık askeri yapısında ciddi bir çöküşe neden oldu ve şu anda Hizbullah psikolojik olarak zor bir dönemden geçiyor.

7 Ekim 2023’te yaşananlar, Ortadoğu’daki haritaların değişeceği öngörüsünü yapmak için erken. Ancak son 20 yılda İsrail ve İran ile İran’ın desteklediği gruplar arasında var olan caydırıcı askeri denge, bu tarihten itibaren ortadan kalktı. Her iki taraf da kırmızı çizgilerini aşarak başkentlere doğrudan saldırılar düzenledi. İsrail, Tahran, Bağdat, Şam ve Beyrut’u vururken, İran da birkaç kez balistik füzelerle İsrail’i hedef aldı. Bu askeri çekişme, şu anda İsrail lehine güç dengesinin kaydığını ve İran tarafının zayıfladığını gösteriyor.

Aslında dört ülke bağlamında topyekûn bir savaşın olduğunu söyleyebiliriz. Başkentlerin vurulmasıyla birlikte şu anda Lübnan, Suriye, Irak ve İran; hatta Yemen de dahil olmak üzere İsrail’le fiili bir çatışma içerisindeler. Bu bölgesel savaş, yalnızca Şiilerin merkezi ya da siyasi ve askeri olarak kontrol ettikleri başkentlerde gerçekleşmiyor. İsrail, geçmişte de zaman zaman İran ve İran’ın desteklediği grupları Şam’da vuruyordu, özellikle Tarsus, Şam'ın güneyi ve Golan Tepeleri’ne yakın bölgelerdeki hedefleri. Şimdi ise bu saldırılar daha da genişledi.

ABD de bu süreçte aktif bir rol oynuyor. ABD'nin Irak'taki üslerine yönelik saldırılarda, ABD’ye ait savaş uçakları, özellikle Irak ve Suriye’deki Haşdi Şabi milislerini hedef aldı. Dahası, İsrail ordusu Tahran'ı da doğrudan hedef alan saldırılar gerçekleştirdi. Dolaylı ya da doğrudan, Yemen'de de İsrail saldırıları mevcut. Örneğin, Hudeyde limanına yönelik bir İsrail saldırısı gerçekleşti. Şu anda İsrail, fiili olarak üç Arap ülkesiyle (Lübnan, Suriye, Irak) ve bir Arap olmayan ülke olan İran'la savaş halinde.

Bu durumun topyekûn bir savaşa dönüşmesinden ziyade, İsrail ordusunun Lübnan’ın güneyine girdiği ve yedi köyü kontrol altına aldığı bir süreçten bahsediyoruz. Burada asıl önemli olan, İsrail’in Lübnan’ın güneyindeki motivasyonu. 2006'da yapılan hatayı tekrarlamayacağını belirten uzmanlar haklıydı. İsrail, 2012'den beri Hizbullah’ın Suriye ve Lübnan’daki tüm hareketlerini gözlemleyerek istihbarat topladı. Bu verileri de 7 Ekim sonrasında aktif hale getirip Hizbullah kadrolarını tasfiye etmeye başladı.

İsrail’in Hizbullah'a karşı en büyük kozlarından biri, Merkava tanklarının Lübnan’ın güneyine girmesiydi, ancak bu olmadı. İsrail, taktiksel bir değişiklik yaparak çok az askeri araç ve askerle köyleri hava saldırılarıyla yıkıp ardından bölgeye girdi. Bu stratejiyle Hizbullah'ın elindeki kartlar zayıflamış oldu. Hizbullah'ın Lübnan’ın güneyinde silah bulundurmaması gerektiğine dair 2006 yılında varılan anlaşmanın aslında hiçbir zaman uygulanmadığı görüldü. Hizbullah, o bölgeyi üs olarak kullanarak tüneller ve balistik füzeler yerleştirip İsrail'i tehdit eden bir güç konumuna geldi.

“60 kilometrelik bir tampon bölgeden bahsediyor”

İsrail'in yayılmacı politikası, sadece 30 kilometrelik değil, 60 kilometrelik bir tampon bölgeden bahsediyor. Hem askeri hem de diplomatik olarak İsrail'in psikolojik üstünlüğü net bir şekilde görülüyor. Hizbullah’ın elindeki silahlar artık Lübnan’ın çıkarlarına hizmet etmediği için iç politikada tartışılmaya başlandı. Bu da İsrail'in ulaşmak istediği hedeflerden biriydi.

Bölgesel savaşın ötesinde, İsrail, İran'ın Ortadoğu’daki çıkarlarını doğrudan hedef alarak askeri ve siyasi bir üstünlük elde ediyor. İsrail ordusu, Merkava tanklarıyla değil, hava saldırıları ve nokta operasyonlarla ilerleyerek büyük kayıplar vermeden operasyonlarına devam ediyor. Yılbaşına kadar bu operasyonların süreceği tahmin ediliyor. ABD’deki seçimlerin de bu süreçte etkili olduğu görülüyor. Netenyahu’nun, ABD'nin iradesine meydan okuyarak operasyonlarını bağımsız bir şekilde gerçekleştirdiği, Washington yönetiminden onay almadan ilerlediği belirtiliyor.

Bu bağlamda, en az yılbaşına kadar İsrail'in Lübnan’ın güneyindeki operasyonlarının devam edeceği ve hatta Irak’a yönelik operasyonların da genişleyebileceği düşünülüyor. Kürdistan Bölgesel Yönetimi de bu süreçte önemli bir rol oynuyor, özellikle Erbil’e yönelik saldırılar İsrail'in müttefiki olarak görülmesinden kaynaklanıyordu. Ancak Kürdistan yönetimi, İran’la diplomatik ilişkileri geliştirdi ve bu dengeyi değiştirdi. Bu gelişmeler ışığında, İran’ın İsrail karşısında zayıflayan pozisyonu daha da belirgin hale geldi.

İsrail ile Körfez ülkeleri arasındaki ilişkiler

Daha önce de bahsettiğim gibi, İsrail ve müttefikleri, Kürdistan hükümetini stratejik bir tehlike olarak kabul edip ele geçirilecek bir bölge olarak adlandırıyorlardı. Bunun ötesinde, İran'ın Irak'taki Haşdi Şabi milislerinin desteğiyle Suudi Arabistan'a yönelik saldırılar gerçekleştirdiğini hatırlarsınız. Suudi Arabistan'ın en büyük petrol tesislerinden biri olan Aramco'ya ait rafineriler vurulmuştu. Bundan önce de Yemen'de İran'ın desteklediği Husiler, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile savaşa girmişti. Şu anda Sana, tamamen Husilerin kontrolünde ve oradan Suudi Arabistan’a yönelik ciddi saldırılar düzenleniyor.

“İsrail, İran'a karşı cepheyi genişletmek amacıyla hem Azerbaycan ile ilişkilerini güçlendirdi”

Bu bağlamda bakıldığında, İran ve Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve diğer Körfez ülkeleri arasında sahada fiili bir çatışma olduğu ve ulusal güvenliklerinin tehdit edildiği açıkça görülüyor. Hizbullah'ın Körfez ülkelerini tehdit ettiği, çıkarlarını tehdit ettiği ve bu ülkelerin halkını uyuşturucu ticareti yoluyla baskı altına almaya çalıştığı bilinen bir gerçek.

Suriye’deki durum da bu çatışmaların bir parçası. Türkiye dahil olmak üzere Körfez ülkeleri, Suriye'deki iç savaştan etkilendi ve Beşar Esad rejimi İran ve Rusya'nın desteğiyle bu ülkeleri sahadan tasfiye etti. İsrail'in en önemli hamlelerinden biri ise 2019 yılında meydana gelen Abraham Anlaşması oldu. Bu anlaşmayla İsrail, İran'a karşı cepheyi genişletmek amacıyla hem Azerbaycan ile ilişkilerini güçlendirdi hem de Körfez ülkeleriyle normalleşme sürecine girdi. Suudi Arabistan'la diplomatik ilişkiler resmen kurulmamış olsa da, bu iki taraf arasında uzun süredir devam eden bir diplomatik trafik olduğu biliniyor.

Şu anki tabloya baktığımızda, İsrail, Arap ülkelerinin güvenliğini sağlayan ve onların çıkarlarını koruyan bir aktör konumunda. Lübnan'da Suudi Arabistan'ı etkisiz hale getiren İran ve Hizbullah oldu. Suriye'de de Suudi Arabistan ve Türkiye'nin çıkarlarına tehdit oluşturan aynı güçlerdi. Irak'ta ise Sünnilerin tasfiyesi, Irak Kürdistanı'nda Kürtlerin referandum sonrası zayıflatılması, İran’ın bölgedeki etkisini artırmaya yönelik hamlelerdi.

Arap ülkeleri İsrail’e karşı neden sessiz?

Bu bağlamda, Kürdistan hükümeti ve Körfez ülkeleri, diplomatik olarak İsrail'in müttefiki olarak görülüyor. Resmi bir ittifak açıklanmış olmasa da, coğrafi ve stratejik açıdan bu bölgeler, İsrail'in müttefiki konumunda. İran, bu ülkeleri İsrail'in müttefiki olarak görüyor ve onları güvenlik politikalarıyla tehdit ediyor. Başkentlerini, havalimanlarını ve petrol tesislerini hedef alıyor.

İsrail'in Arap dünyasıyla olan ilişkilerinin 2006’ya kıyasla çok daha iyi olması, İran'ın elini zayıflatıyor. Tüm işaretler, İran'ın Ortadoğu'daki pozisyonunun zayıfladığını gösteriyor. İsrail, hem askeri hem de diplomatik olarak bu süreci dikkatli bir şekilde yönetiyor ve İran'ın etkisini azaltmaya yönelik adımlar atıyor.

Türkiye’nin bölgedeki konumu yeniden tartışma konusu olabilir

Burada, Türkiye'nin İran'da oluşacak bir boşlukta Ortadoğu'da Kürtlerin statüsünün güçlenmesi halinde nasıl müdahalelerde bulunabileceğinden bahsediyor. Eğer Türkiye, Kürtlerin güçlenmesini ulusal bir tehdit olarak kabul ederse, en olası müdahale alanı Suriye’deki gibi olacaktır. Eğer Suriye'de, İran'ın ve Beşar Esad'ın etkisinden dolayı bir rejim değişikliği yaşanırsa, bu süreç ABD'nin 2003'te Irak'ta yaptığına benzer bir şekilde gelişebilir. Türkiye, bu tür gelişmelerde pragmatik bir tutum sergileyerek kendi çıkarlarını gözetiyor.

Türkiye bu gelişmeler karşısında hem mutlu hem de mutsuz. Mutsuz çünkü İran'da oluşacak bir boşluğu İsrail destekli Kürtlerin doldurması ve onların bölgede siyasi bir aktör haline gelmesi Türkiye tarafından istenmeyen bir durum. Diğer yandan Türkiye mutlu çünkü hem Irak'ta hem de Suriye'de Türkiye'nin yayılmacı politikalarının önündeki engellerin, özellikle Şii Hilali'nin, ortadan kalkmasından dolayı elini güçlendiriyor. Hakan Fidan da, 7 Ekim olaylarından sonra Beyrut'ta Hasan Nasrallah ile görüştüğünü belirtmişti. Nasrallah'ın ölümünün İran cephesine büyük bir darbe olduğunu ve bu kaybın kısa sürede telafi edilemeyeceğini ifade etmişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Nasrallah'ın öldürülmesine dair bir kınama yapmamıştı.

Suriye'deki gelişmelerde, Türkiye destekli muhalefet Halep'te büyük bir kayba uğradı ve bu durum hala Türkiye için ciddi bir tehdit oluşturuyor. Türkiye, Suriye'deki Hizbullah varlığını resmi olarak terör örgütü olarak nitelendiriyor, İdlib'de birçok Hizbullah mensubunu öldürmüştü. Türkiye'nin, bölgedeki İran destekli Şii milislerle ilgili politikası, bu grupların tasfiyesinin Türkiye'nin çıkarlarına uygun olduğunu gösteriyor. Ancak Türkiye, bu durumu açıkça dile getirmiyor.

Türkiye şu anda bir "bekle-gör" politikası izliyor. Eğer Kürtlerin statüsü güçlenirse, Türkiye'nin nasıl hareket edeceği ve hangi kartları kullanacağı önemli bir soru olarak karşımıza çıkıyor. Diğer bir önemli konu ise Kalkınma Yolu Projesi. Bu proje, Türkiye'yi Basra Körfezi'ne bağlamayı hedefliyor ve Kerkük, Musul ve Bağdat'a ticari ve siyasi olarak erişim sağlamayı amaçlıyor. Ancak İran, Bağdat'taki müttefikleri aracılığıyla bu projeye karşı çıkıyor.

Şu anda mevcut durumda, Kalkınma Yolu Projesi'nin hayata geçme olasılığı yüksek görünüyor. Şii milislerin tasfiye edilmesi ya da Irak Merkezi Hükümeti'nin Türkiye ile ilişkilerini daha rahat geliştirebilecek bir pozisyona gelmesi halinde, Türkiye'nin hem Irak'ta hem de Suriye'de eli güçlenecek gibi görünüyor.”

Söyleşinin devamını izlemek için aşağıdaki linki tıklayabilirsiniz:

 

Yorumlar

Misafir olarak yorum yazın ya da daha etkili bir deneyim için oturum açın

Yorum yazın

Gerekli
Gerekli