30 yıldır marş duymak, bayrak görmek istemiyor

Türkiye’de,12 Eylül askeri darbesi döneminde Diyarbakır Cezaevi’ndeki insanlık dışı uygulamalara maruz kalan Mehmet Can Azbay, aradan 30 yıl geçmesine rağmen yaşadığı vahşeti unutamıyor. Azbay, “İstiklal Marşı duyduğumda, Türk bayrağı gördüğümde yolumu değiştiriyorum” dedi.

12 Eylül 1980’den sonra Diyarbakır Cezaevi’nde binlerce kişi insanlık dışı uygulamalara maruz kaldı. Bazıları yaşamını yitirdi, bazıları da sakatlandı.

 

Mehmet Can Azbay (Cano Amedi), 12 Eylül’ün 34’üncü yıldönümü yaklaşırken, Rûdaw’ın sorularını yanıtladı.

 

Kürt siyaseti ile nasıl tanıştınız?

Erivan Radyosu, Irak Radyosu’ndan Kürtçe şarkılar dinlerdi büyüklerimiz. Ortaokuldan beri Kürt siyasi hareketlerine ilgi duyardım. Liseye Diyarbakır’da başladım. Arkadaş çevresi, Mele Mustafa Barzani’ye bağlılığın getirdiği şevkle, Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları hareketine (KUK) sempati duymaya başladım.

Nerede yakalandınız?

1980’lerin başında, polisle girdiğim bir silahlı çatışmada yakalandım. Diyarbakır’ın Şehitlik semtinde polis önümüzü kesti. “Teslim ol” ihtarı yaptılar, teslim olmadık. Ateş açtılar. 3 arkadaştık. Biz de karşılık verdik. İçeriye gaz bombaları atıp kapıları kırdılar. Çatışma yerinde yakalandım.

Yakalandıktan sonra nereye götürüldünüz?

Çarşı Karakolu’na götürdüler. 9 gün orda kaldım. Askı, elektrik, işkencenin her türlüsüne maruz kaldım. 9 gün sonra Devegeçidi’ndeki tugaya götürdüler. Siyasiler için bir işkencehane açılmıştı. Toplumdan izole bir yerdi. 24 gün de orada kaldım. Yine işkence, dayak, elektrik, askı vs. işkencenin her türlüsünü gördüm. Sonra savcılığa çıkarıldım, tutuklandım.

Diyarbakır Cezaevi süreci ne zaman başladı?

Önce Diyarbakır Askeri Cezaevi’ne gönderildim. 4-5 koğuş vardı. DDKD, PKK, TİKKO ve kadınlar koğuşu vardı. Ortak bir havalandırma vardı. O dönem açlık grevine başladık. Kitap verilmesi, koğuşlardaki tutuklu sayısının azaltılması için. O zaman Diyarbakır Cezaevi de yeni yapılıyordu. Koğuşlar çok kalabalık olduğu için tutukluların bir kısmının da oraya gitmesini istiyorduk. Taleplerimiz kabul edildi. Bizi alıp 5 No’luya (Diyarbakır Cezaevi) götürdüler. Girer girmez anladık ki zindan yeni başlıyor. Koca bir koridor, askerler her tarafa dizilmiş.

Gider gitmez işkence başladı mı?

Hayır, şiddet görmedik. O dönem içerinin hâkimiyeti bizdeydi. 12 Eylül’e yakın bir süreçte davranışları daha da sertleşmeye başladı.

Darbeden nasıl haberdar oldunuz?

13 Eylül sabahı kalktım. Ekmek almak için kantine gittim. Askerler dizilmişti koridorda. Daha kabadayı duruyorlardı. Normalin üstünde asker vardı. Ekmeği alıp geldim, koğuşta bir sessizlik var. Küçük bir radyomuz vardı, baktım arkadaşların hepsi toplanmış dinliyor. “Ne oluyor?” dedim, “Darbe olmuş” dediler. Ben de güldüm. Şaka yapıyorlar sandım. Kenan Evren’in konuşmalarını dinleyince darbe olduğuna inandım.

Darbe ile birlikte başınıza ne geleceğini tahmin edebiliyor muydunuz?

Tabii, işkencelerin başlayacağını biliyoruz. Konuşuyoruz da kendi aramızda. Voltalarımızın konusu da bu oldu.

Ağır ya da sistematik işkenceler ne zaman başladı?

13 Eylül günü öğleden sonra havalandırmaya çıktık. Hamit Gezginci diye bir arkadaş vardı. Güzel saz çalardı, sesi de güzeldi. Havalandırmada o saz çaldı biz de hep bir ağızdan Şivan Perwer’in “Kîne Em” şarkısını söyledik. ‘Kahrolsun Sömürgecilik”, “Yaşasın Bağımsız Kürdistan” sloganları atmaya başladık. Bir arkadaş da dışarıyı görebilmek için cezaevinin üst katına çıktı. Aradan biraz zaman geçti, bir yüzbaşı ve askerler geldi. “Yukarıya çıkan arkadaşınız askere küfür etmiş, onu vereceksiniz” dediler. Biz de vermedik, bir itiş kakış oldu. Yüzbaşı giderken, dedi ki “Siz bugüne kadar diyordunuz devlet işkence yapıyor. Bundan sonra işkenceyi göreceksiniz, kökünüzü kazıyacağız.” O gün anladık ki işkence süreci başlayacak. Sonra koğuş baskınları başladı. Tezkeresi dolan askerleri göndermediler, bunlara sivil elbiseler giydirip koğuşlara baskın yapmaya başladılar. Sürekli koğuşlarımızı değiştirmeye başladılar. Bu koğuş değiştirmelerde koridorda dizilen onlarca asker tarafından sopalarla, kalaslarla dövülüyorduk.

Maruz kaldığınız ya da tanık olduğunuz işkenceler nelerdi?

Sayımlarda ayakta durma, uyurken hazır ol vaziyette uyuman gerekiyor. Ellerin yanda olacak, ayağını, elini kıpırdatmayacaksın. Askerler mazgal deliğinden bakarlardı. Kıpırdayanı çağırırlardı. Eli, yüzü mosmor olana kadar döverlerdi. Tek tip elbise giyinme, marş söyleme, askeri eğitim zorunluluğu vardı. Lağımın içinde yüzdürme, zorla fare leşini ağza sokma, insan dışkısı yedirme. Dışkıyı arkadaşının yüzüne sürmeye zorlama. Copla tecavüz gibi onlara insanlık dışı muameleye maruz kalırdı tutuklular. Ölüm ile yaşam arasındaki bir çizgidesiniz yani.

Ölümü düşündüğünüz anlar oldu mu?

Ölmeliyim dediğim anlar çok oldu. Mesela bir arkadaşımıza coplu tecavüz etmişlerdi. Onu gördüğümde o an ölmek istedim. Bize tıraş bıçağı verirlerdi sayı ile. Onlardan birini saklamıştım, bileklerimi kesecektim. Koğuştaki ampulün kablosunu da soymuştum, çok mecbur kalırsam onu tutup, elektrik akımına kaptıracaktım kendimi.

Sizi ölmekten vazgeçiren neydi?

Her seferinde arkadaşlarla birbirimizi kontrol ediyorduk. Birbirimize moral ve destek veriyorduk.

Ne yaşasaydınız, ölmeye karar verirdiniz?

Şu an bilemiyorum.

O dönem idam cezası da aldınız…

İdam cezasını 1984’te aldım. Karar yüzüme okundu. 1987’de onandı. Meclis’e gönderildi. 4 yıl Meclis’te kaldı. Sonra Özal döneminde bir yasa değişikliği oldu. İdamlıklara 20 yıl, müebbetlere 15 yıl hapis olarak değiştirildi. Son mektubunu yazmıştım. Kürdistan halkına seslendiğim bir mektuptu. Mektupta  Kürdistan’ın bağımsızlığı uğruna savaştığımızı, bir miras bırakmak istediğimizi yazmıştım. Giderken, Deniz Gezmiş gibi bende, sandalyeyi ayağımla itecektim ve Che Guevara’nın şu şiirini okuyacaktım. “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin... Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi, safa geldi...”

 

Bu kadar ağır işkence ve insanlık dışı uygulamaya karşı size direnme gücü veren neydi?

Bende düşmanlık duygusu, nefret vardı. Direnmek ve yaşamak zorunda olduğumu düşünüyordum. Mesela ilginç bir şey anlatayım. Marşlar söylenirken, bize “Her şey vatan için” sloganı attırıldı. Sıra buna gelince her kes çok yüksek sesle söylerdi. O sloganı Kürtler Kürdistan için söylerlerdi. Sonra durumu fark ettiler ve bu slogan yasaklandı.

O dönemden kalan, duymak karşılaşmak istemediğiniz travmatik bir durum var mı?

İstiklal Marşı’nı duymak, Türk bayrağını da görmek istemiyorum. Urfa’da yaşadığım dönem Cuma günleri iki üç sefer okulun önünden geçerken, İstiklal Marşı okunduğuna denk geldim. Yolumu değiştirdim. Duymak istemiyorum. Diyarbakır Valiliği’nin önünde bayramlara hazırlık için bayrak asılır her yere. Oradan geçmek o manzarayı görmek istemem. Çünkü cezaevinde duvarlar, tavan, pencereler Türk bayrağı ile donatılmıştı. Bunlara karşı müthiş bir öfke oluşmuş bende. Karşılaşmak, duymak, görmek istemiyorum.

O günlerden kalan bir hastalığınız var mı?

Baş ağrılarım var, eklemlerimde kireçlenme var. Tüberküloz geçirdim, ölümden döndüm.

Bu yaşadıklarınıza rağmen,  devletle barışabilir misiniz?

Bu sistemle mevcut haliyle barışamam, affedemem.

Ne olursa affedersiniz?

Bu devlet ne zaman ki Kürtler’den özür diledi,  Kürt toplumunun bütün haklarını iade etti, o zaman barışım, devleti de affederim. Sonsuza kadar düşmanlık olmaz.

30 yıl önce cezaevine girdiğinizde “Bağımsız Kürdistan”ı savunuyordunuz. Halen aynı noktada mısınız?

30 yıl sonra da aynı noktadayım. Kürdistan geçmişte bir hayaldi, şu an gerçekleşme ihtimalinin daha yüksek olduğunu inanıyorum. Kişi olarak benim tercihim bağımsız Kürdistan’dır.

 

Mehmet Can AZBAY / PORTRE

1961 yılında Diyarbakır’ın Kulp ilçesine bağlı Gohermê mezrasında 8 çocuklu bir ailede dünyaya geldi. Lise son sınıf öğrencisiyken 1980 yılında tutuklandı, 20 yıl sonra 2000 yılında serbest kaldı. Bir petrol istasyonunda çalışan Azbay, evli.